27 Ocak 2015 Salı

Tüm nimetler, insana Yüce Rabbimiz'in ihsanıdır

Kimi insanlar çok büyük nimet ve güzellikler içerisinde yaşadıkları halde, bu nimetlerin Rabbimiz'in kendilerine bir ihsanı olduğunu gereği gibi düşünmezler. Oysa ki sonsuz merhamet sahibi olan, çok esirgeyen, çok bağışlayan Rabbimiz kulları için lütfetmekte, onları sayısız rızık, güzellik ve konfor yaratmaktadır. İnsan ise, bu nimetlerin var olmasını ve kendisine sunulmuş olmasını, gaflet hali içerisinde sıradan bir olay gibi görür. Bu nimetler elinden gidene kadar da, bunların birer lütuf olduğunu fark etmez.

Halbuki tüm bu nimetler, insanın düşünmesi, Allah (cc)'a bağlanması, Rabbimiz'e karşı olan aczini ve muhtaçlığını anlayıp şükretmesi içindir. Eserlerindeki derin imani tefekkürleri ve hikmetli anlatımları ile iman edenlere yol gösteren büyük İslam alimi Bediüzzaman Said Nursi, Rabbimiz'in benzersiz isimlerinden "Rahman ve Rahim" sıfatlarını bir örnekle açıklayarak, Allah (cc)'ın kulları üzerindeki lütfunu şöyle hatırlatmıştır:
"Hikmet ve adl içindeki "Rahmanirrahim" ve "Hak" azami (en geniş) bir daire
de görmek istersen şu temsile bak: Nasıl ki bir orduda dört yüz muhtelif taifeler (değişik gruplar) bulunduğunu farz ediyoruz ki: Her bir taife (grup) beğendiği elbiseleri ayrı, hoşuna gittiği erzakı ayrı, rahatla istîmal edeceği (rahatlıkla kullanabileceği) silâhları ayrı ve mizacına (yapısına) deva olacak ilâçları ayrı oldukları halde; bütün o dörtyüz taife (grup), ayrı ayrı, takım bölük tefrik edilmiyerek (ayrımı gözetmeden), belki birbirine karışık olduğu halde, onları kemal-i (mükemmel) şefkat ve merhametinden ve harikulâde iktidarından (kudretinden) ve mu'cizane ilim ve ihatasından (gözetiminden) ve fevkalâde adalet ve hikmetinden, misilsiz (eşi benzeri görülmemiş) bir tek padişah, onların hiçbirini şaşırmıyarak, hiçbirini unutmayarak, bütün ayrı ayrı onlara lâyık (uygun) elbise, erzak, ilâç ve silahlarını muinsiz olarak (yardımcısı bulunmaksızın) bizzat kendisi verse; o zatın acaba ne kadar muktedir (kudretli), müşfik, âdil, kerîm (kerem sahibi) bir padişah olduğunu anlarsın. Çünkü: Bir taburda on milletten efrad (fertler) bulunsa, onları ayrı ayrı giydirmek ve teçhiz etmek (donatmak) çok müşkül (zor) olduğundan; bilmecburiye (mecburen) ne cinsten (hangi milletten) olursa olsun, bir tarzda (tek tip üzere) teçhiz edilir (donatılır). (Gençlik Rehberi, s.127)
Yüce Rabbimiz'in lütfuna, merhametine, nimetine ve yakınlığına karşı nankörlük etmek, dünyada ve ahirette karşılığından çok sakınılması gereken bir ahlak bozukluğudur. Allah (cc) insanın yegane dostu, tek yardımcısı ve koruyucusu, sığınıp yardım dileyebileceği tek Varlık’tır. var olduğu andan itibaren insanı hayatta tutan, an an onu koruyup kollayan, sevgisinin merhametinin tecellilerini gösteren, nimetlendiren, rızıklandıran yalnızca Rahman ve Rahim olan Allah (cc)'tır. Bu nedenle bu apaçık gerçekleri görmezden gelmek, elbette ki Allah (cc)'ın azabıyla karşılık bulabilir. Allah (cc) Kuran'da insanları bu gerçek ile uyarmış, nimetine şükreden kullarını da sürekli artan nimetleriyle müjdelemiştir:
 “Andolsun, eğer şükrederseniz gerçekten size artırırım ve andolsun, eğer nankörlük ederseniz, şüphesiz, Benim azabım pek şiddetlidir." (İbrahim Suresi, 7)

İnsan güzelliği Allah'ın çok büyük bir nimetidir


Müslüman, Allah’ın her yarattığı güzellikten ruhen çok derin heyecan duyar. Etkileyici bir manzara, mis gibi kokan bir çiçek, ihtişamlı bir ev, şık bir kıyafet, sevimli bir hayvan, özenle hazırlanmış bir sofra, güzel bir müzik kişiye manevi olarak şiddetli zevk verir. Müminlerin ruhunda oluşan bu coşku ise, tüm bu güzelliklerin Allah’ın yarattığı birer nimet olduğunun ve Allah’ın bir lütuf olarak kendilerine bu nimetleri sunduğunun bilinmesinden kaynaklanmaktadır. Bu nedenle müminler hoşlarına giden herşeyi Allah’ın birer nimeti ve hediyesi olarak görürler. Bu nimetlerin, Allah’ın kullarına olan sevgisinin bir yansıması olduğunun bilinciyle hareket ederler.

Allah’a iman eden, gördüğü her görüntüyü, işittiği her sesi Allah’ın çeşitli hayır ve hikmetlerle yarattığını bilen bir mümin, hiçbir güzelliğe karşı kayıtsız kalamaz. Müslümanın, gördüğü bu güzelliklere karşı hem ahlakıyla hem de fiili olarak hoşnutluğunu ifade etmesi Kuran ahlakının bir gereğidir. Bu nedenle bir güzellik gördüğünde mutlaka o güzelliği yaratanın Allah olduğunu dile getirir ve“MaşaAllah” diyerek övgüsünü Allah’a yöneltir.

İnsan güzelliği de Allah’ın dünyada yarattığı en değerli nimetlerdendir. Allah’ın ruhunu taşıyan, iman eden, akıl sahibi olan bir varlıktaki maddi manevi her türlü güzel özellik, insan ruhunda çok derin etki uyandırır. Akıllı ve hikmetli konuşan, şuurlu bakan, incelikleri ve ruh zenginlikleri olan üstün ahlaklı bir insan, karşısındaki insanlar için de güzel bir nimete dönüşür. Sahip olduğu özelliklerin her biri, Allah’ın ruhunun tecellileri olduğu için, müminlerde bir hayranlık uyandırır.

Allah'ın yarattığı nimetleri bu bakış açısıyla değerlendiren bir mümin, gördüğü hiçbir güzelliğe karşı duyarsız kalmaz. Nasıl ki insan Allah’ın yarattığı güzel bir mazarayı gördüğünde, güzel bir sofra gördüğünde mümin bunları mutlaka fark edip Allah'a karşı şükrünü dile getiriyorsa, güzel bir insan görülüğünde de, müminler o güzelliğin Allah’tan bir nimet olduğunu bilir ve o güzelliği Allah’ın tecellisi olarak görüp mutlaka takdir ederler. Allah’ın tecellisiyle, Allah’ın güzelliğiyle karşı karşıya olduklarını bilmelerinden kaynaklanan bir heyecan duyarlar.


8 Ocak 2015 Perşembe

Tevekkülde kararlı ve sabırlı olmak

  

Hayatı boyunca pek çok olayla karşı karşıya kalan insan, yaşadığı olaylarla sürekli olarak sınanır. Kendisine hayat veren, sayısız nimet bahşeden Allah’a yakınlığını, imanını ve teslimiyetini bu olaylar vesilesiyle gösterir. 

İnsanın nefsi, herşeyin yolunda mükemmel bir düzen içerisinde gitmesini ister. Ancak dünya hayatındaki imtihanın bir gereği olarak pek çok şey insanın beklediği gibi gelişmez. Olaylar çok sakin ve düzgün gidiyormuş gibi görünürken birden ilk bakışta olumsuz gibi görünen çeşitli olayla gelişebilir. Böyle bir durumda müminin yapması gereken, yaşantısının her anında olduğu gibi, herşeyi hayır ve güzellikle yaratıldığını bilerek hareket etmektir. Unutmamak gerekir ki, insanın her olmasını istediği şey kendisi için hayır olmayabilir. Allah, Bakara Suresinde, insanın hayır zannettiğinin şer, şer zannettiğinin hayır olabileceğini bildirmiştir:

...Olur ki hoşunuza gitmeyen bir şey, sizin için hayırlıdır ve olur ki, sevdiğiniz şey de sizin için bir şerdir. Allah bilir de siz bilmezsiniz. (Bakara Suresi, 216)

İnsan ilk başta aksilik gibi görünen, karşılaşmak istemediği bu durumlara ne kadar tedbir alıp önlemeye çalışsa da kimi zaman bunlara engel olamaz. Çünkü başına gelen her olay, hayatının en ufak detayına kadar herşey Allah’ın takdir edip belirlediği kaderinin bir parçasıdır. Allah'ın takdir ettiği kaderin gelişimini ve sonucunu insan ancak zamanla izleyerek görür. Allah’ın takdiri en hayırlı olandır. Olayların batınından habersiz, yalnızca dış görünümüyle değerlendiren bir insan, bunların durup dururken nereden çıktığını, herşey bir düzen içerisinde akıp giderken nasıl olup da böyle bir hal aldığını düşünme yanılgısına kapılabilir. Allah’a güvenden uzak, tevekkülsüz, endişeli, kuruntulu ve yüzeysel bir bakış açısıyla, karşılaştığı olaylara aklını ve vicdanını kullanmadan, adeta bir gaflet perdesinin ardından tepki gösterir. 

Oysa iman eden, Allah’ı dost edinip, Allah’a gönülden tevekkül etmiş bir insan ise olayları hemen batın yönüyle değerlendirir. Hiç bir şeyin Allah’ın kaderde yazdıklarının dışına çıkamayacağını bilir. Herşeyin Allah’ın kontrolü dahilinde geliştiğini bilir ve ona göre hareket eder. Yunus Suresi’de küçük büyük herşeyin Allah’ın bilgisi dahilinde olduğu şöyle bildirilmiştir:

Senin içinde olduğun herhangi bir durum, onun hakkında Kur'an'dan okuduğun herhangi bir şey ve sizin işlediğiniz herhangi bir iş yoktur ki, ona (iyice) daldığınızda, biz sizin üzerinizde şahidler durmuş olmayalım. Yerde ve gökte zerre ağırlığınca hiç bir şey Rabbinden uzakta (saklı) kalmaz. Bunun daha küçüğü de, daha büyüğü de yoktur ki, apaçık bir kitapta (kayıtlı) olmasın. (Yunus Suresi, 61)

Yaşadığı her anı Kuran doğrultusunda aklıyla, vicdanıyla ve imanıyla değerlendiren, berrak akla sahip bir insan durum ve şartlar her ne kadar zor görünürse baby-13görünsün, hatta kendi aleyhinde olsa bile bunu mutlaka gerçek vekili, dostu olan Rabbimiz'i bir hayırla yarattığına iman eder. Allah’ın herşeyi bir hayırla, iyilikle ve güzellikle yarattığına iman eder. Allah’ın kendisini kesin olarak koruyacağını bilir. Mutlaka Allah’a güvenir, O’na tevekkül eder. 

En zor gibi görünen bir durumda Allah’a tevekkül ederek sabretmesinin kendisine çok büyük bir ecir kazandıracağını, endişelerden, kuruntulardan yani tevekkülsüzlükten uzak kaldığı takdirde mutlaka Allah’ın sevgisini kazanacağını bilir. Kendisi kavrayamasa dahi Allah’ın sonsuz aklıyla herşeyin en hayırlısını bildiğine gönülden iman ederek sabır gösterir. Dünyada hemen karşılığını anlayamasa dahi, bu sabrına ve tevekkülüne mutlaka tek dostu, tek vekili olan Allah'ın ahirette en güzel şekilde karşılık vereceğini, Allah’ın sevgisini, rızasını kazanacağına iman eder. Allah için yapmış olduğu ufacık bir şeyin dahi Allah’tan karşılıksız kalmayacağını, Allah’ın bunu bileceğine, asla unutmayacağına mutlak inanır. Nitekim bir Kuran ayetinde, bir hardal tanesi kadar bile olsa mutlaka ahirette her yapılanın değerlendirileceği şu şekilde bildirilir: 

Biz ise, kıyamet gününe ait duyarlı teraziler koyarız da artık, hiç bir nefis hiç bir şeyle haksızlığa uğramaz. Bir hardal tanesi bile olsa ona (teraziye) getiririz. Hesap görücüler olarak biz yeteriz. (Enbiya Suresi, 47)

Dolayısıyla insanın olaylar karşısında paniğe kapılması, üzüntü yaşaması, endişeler içerisinde karamsarlığa düşmesi, hüzünlenmesi, başkaları tarafından haksızlığa uğrayıp değişik konumlara sokulduğuna inanması gibi pek çok olumsuz ruh hali insanın ancak kendine zulmetmesidir. Ve asla derin imanlı bir müminin yaşamayacağı, Kuran'a uygun olmayan bir ruh halidir. Çünkü ancak herşeyden haberdar olan Allah, takdir ettiği işi gerçekleştirir. Eğer Allah birşeyin olmasını dilemişse bunun aksi, değişmesi, Allah’ın dilemesi dışında imkansızdır. Bunun yanı sıra Allah’ı dost edinmiş bir insan için her olayı Allah hayra, güzelliğe çevirir. İnsana hiç beklemediği hayırlar açar. Eğer Allah bir hayır dilemişse tüm dünya biraraya gelse bile, asla hiç kimse en ufak bir müdahalede, engelleyici bir tavırda bulunamaz. Allah’ın dilediği hayır, güzellik, sevgi, saygı, korunma mutlaka samimi olan insan için tecelli eder. Allah ayetlerde Kendi dilemesi dışında hiçbir şeyin mümkün olamayacağını aşağıdaki ayetlerde şöyle  buyurmuştur:

De ki: "Size bir kötülük isteyecek olsa sizi Allah'tan koruyacak, veya size bir rahmet isteyecek olsa (buna engel olacak) kimdir?" Onlar, kendileri için Allah'ın dışında ne bir veli, ne bir yardımcı bulamazlar. (Ahzap Suresi, 17)

Eğer Allah size yardım ederse, artık sizi yenilgiye uğratacak yoktur ve eğer sizi 'yapayalnız ve yardımsız' bırakacak olursa, ondan sonra size yardım edecek kimdir? Öyleyse mü'minler, yalnızca Allah'a tevekkül etsinler. (Al-i İmran Suresi, 160)

Allah sana bir zarar dokunduracak olsa, O'ndan başka bunu senden kaldıracak yoktur. Ve eğer sana bir hayır isterse, O'nun bol fazlını geri çevirecek de yoktur. Kullarından dilediğine bundan isabet ettirir. O, bağışlayandır, esirgeyendir. (Yunus Suresi, 107)

İman eden bir insan Allah’tan başka hiç kimsenin, hiç birşeye herhangi bir müdahalede bulunamayacağını unutmamalıdır. Bu gerçeği aklından çıkarması insanı gaflete sürükler. Şeytan insana olayların kendiliğinden geliştiği, insanların kendiliğinden konulara müdahale edip, yanlış yönlendirmelerde bulundukları yönünde kandırmacalarla yaklaşabilir. Oysa bu tamamen şeytanın bir vesvesedir ve böyle bir vesvese insanın gücünü kırar, konuları sağlıklı değerlendirmesini engeller.  

Oysa Allah bir hayır isterse, buna engel olabilecek hiç kimse yoktur. Bu yüzden Müslümanın sorumluluğu, yaşamı boyunca Allah’a tevekkülden asla taviz vermemesidir. Bu konuda kesin bir kararlılık ve sabır göstermesi gerekir. Başına gelen her olayın cenneti hak edebilmesi için karşısına çıkarılmış denemeler olduğunun şuuruyla hareket eder. Göstereceği sabrın karşılığında eni gökler ve yer kadar olan güzelliklerle dolu cennette Allah’ın sevgisiyle ve Allah'ın razı olmasıyla yaşama imkanını elde edeceğini umud eder. Bu nedenle karşı karşıya geldiği olayları dar değil, geniş bir bakış açısıyla değerlendirir. Sabır ve tevekkül konusunda ölene dek kararlı olur.




Allah'la derin bir bağlantının kurulması



Nefis Allah’ın dilemesi dışında insanı sürekli olarak kötülüğe davet eder. İnsan nefsin bu kötülüklerinden ancak Yüce Allah’la samimi ve derin bir bağlantı kurarak kurtulabilir. Bu bağlantının en etkili yollarından biri O’na dua etmektir. İnsan, samimi kullarının duasına muhakkak cevap vereceğini bilerek (Bakara Suresi, 186) Yüce Allah’tan nefsini arındırmasını, aklını açmasını ve derin bir imana sahip olmayı dileyebilir. Ancak Rabbimiz’le yakın bağlantı kurmanın yolları sadece dua ile sınırlı değildir. O’nun büyüklüğünü, yaratışının mükemmelliğini, düşünerek, nimetlerini anarak, O’nu övüp (tesbih edip) yücelterek ve O’na ibadet ederek nefis hırslardan, korkulardan (gelecek ve kaybetme korkusu gibi) ve bencil tutkulardan arındırılabilir.

Sevilen Şeylerden İnfak Etmek ve Fedakar Olmak

İnsanın nefsi malı yığıp biriktirmeye, cimrilik etmeye, bunları kimseyle paylaşmamaya öncelikli olarak hep kendini düşünmeye, bencil olmaya ve fedakarlıktan kaçınmaya eğilimlidir. İnsan nefsindeki bu zaaflardan kurtulabilmek için Yüce Allah’ın emrettiği Kuran hükümlerini eksiksiz olarak uygulamalıdır. Nitekim Yüce Allah nefislerdeki cimrilik ve bencillik duygusundan kurtulmanın en hayırlı yolunun infak etmek olduğunu şöyle bildirmektedir:

“Öyleyse güç yetirebildiğiniz kadar Allah’tan korkup-sakının, dinleyin ve itaat edin. Kendi nefsinize hayır (en büyük yarar) olmak üzere infakta bulunun. Kim nefsinin bencil-tutkularından (ya da cimri tutumundan) korunursa; işte onlar, felah (kurtuluş) bulanlardır.” (Tegabün Suresi, 16)

Nefsi Kınamak

Nefsi temizlemenin en etkili yöntemlerinden biri de onu sürekli olarak kınamaktır. Müminler nefislerini kınayarak gerçek kurtuluşa ve cennete kavuşacaklarını bildiklerinden “Şu sözümle neyi kastettim? Bu hareketi yapmaktaki amacım neydi? Kalbimden geçen şu düşünceden elde etmek istediğim nedir?” gibi sorularla söyledikleri ve yaptıkları hareketlerde kendilerini denetlerler. Herhangi bir hata veya yanlışlık yaptıklarında bunu diğer müminlerle paylaşarak hem onların aynı yanılgıya düşmesine engel olmaya çalışırlar, hem de nefsin büyüklük gururundan dolayı hiç hoşlanmadığı eleştiriyi yaparak ona acı çektirir ve ezerler. Çünkü nefsin en çok sevdiği şey “kendine benlik vermek”, bu benlik duygusunun sonucu olarak hataları da sahiplenip bunları itiraf etmekten insanı engellemektir. Nefis bu biçimde insanı hatasız olduğuna inandırmaya ve kötülükleri bu biçimde örtüp kapatmaya çok eğilimlidir.

Nefsinin kötü isteklerine tabi olup da onu temizleyip arındırmamış ve dünyada iken nefsini kınayıp eleştirmemiş olan kişinin ahirette nefsini kınaması ise ona bir yarar sağlamaz. Nitekim Yüce Allah kıyamet gününün hemen ardından kendini kınayıp duran nefsin durumuna yemin etmektedir:

“Hayır, kalkış (kıyamet) gününe and ederim. Ve yine hayır; kendini kınayıp duran nefse de and ederim.” (Kıyamet Suresi, 1-2)

Vicdanın Sesini Dinlemek

Vicdan Yüce Allah’ın kullarına nefsin “fücurundan” yani kötülüklerinden kurtulmak için bahşettiği çok büyük bir nimettir. İnsanı Allah’a ve dinin bildirdiği doğrulara, hayırlara yöneltip, iyiyi ve kötüyü ayırt etmesini sağlar. Vicdan, bir anlamda doğruya yönelten Allah’ın sesidir. İnsan sürekli olarak bu sese kulak verdiği ve Kuran’da gösterilen temel prensipleri tam olarak kavradığı takdirde, doğru yolda ilerleyecektir. Mümin günlük hayatta birkaç seçenek arasında seçim yapmak durumunda kaldığında, karşılaştığı seçenekler içinde, Allah’ın rızasına en uygun olanını, dinin menfaatlerine en yararlı olanını seçerken vicdanının sesini dinler. Çünkü vicdan ilk olarak devreye girer ve hangi seçeneğin Allah’ın rızasına daha uygun olacağını insana ilham eder. Ancak ikinci aşamada nefis devreye girer ve onu diğer alternatiflere yöneltmeye çalışır. Bunun için de genellikle insana mazeretler fısıldar. Nitekim Yüce Allah insana bir yarar sağlamayacak olan nefsin bu fısıltıları yerine vicdanının sesini dinleyen kişileri kurtuluşa ulaştıracağını müjdelemektedir:

“Kim Rabbinin makamından korkar ve nefsi heva (istek ve tutkular) dan sakındırırsa, Artık şüphesiz cennet, (onun için) bir barınma yeridir.” (Naziat Suresi, 40-41)



Allah'ın ruhunu taşıdığını bilen bir insan nasıl yaşar?



Bu gerçeğin şuuruna varan her insan, yaratılmış tüm varlıkların Allah'a ait olduğunu kavrar ve Rabbimiz'in bu üstün yaratışının hikmetlerini anlamaya çalışır. 

Dünya hayatının, kendisine gösterilen görüntüler doğrultusunda yaşadığı bir imtihandan ibaret olduğunun; asıl hayatın ise sonsuz ahirette yaşanacağının farkına varır. 

Hırs ve tutkuyla, hayalden ibaret olan bir dünyayı elde etmeye çalışmanın mantıksızlığını anlar. Asıl olarak, varlığın ve sonsuzluğun gerçek hakimi olan Rabbimiz'in rızasını kazanmaya çalışır. Asıl sevgisini, bağlılığını, her şeyin tek ve gerçek sahibi, Varlığı her şeyi kuşatmış olan, sonsuz kudret sahibi Rabbimiz'e yöneltir.

Bu gerçeği kavramasıyla birlikte, hiçbir değeri olmayan geçici dünya hayatı için hırslara kapılıp üzülmek, menfaat elde etmek için çabalamak, bunun için zalimliğe, gaddarlığa ve acımasızlığa yönelmek yerine, güzel  ahlakıyla nimetlerin sonsuz olanının dilediği an insana sunulduğu cennet hayatını kazanmayı hedefler. 

Her şeyin aslına ve en güzeline ahirette kavuşacağını umut eder ve bu sonsuz hayatta pişman olmamak için gücünün yettiği en fazla çabayı harcar. Rabbimiz'in kudretini gereği gibi takdir edebildikçe, Allah'ın cennetteki sonsuz nimet gibi, cehennemde de sonsuz bir azap yarattığını anlar.

Allah'ın her şeyi ve her yeri kapladığını bilen bir insan, Allah'a karşı hayatının her anında samimi davranır. Her an ölümle karşılaşabileceğini, bu dünyanın sona ereceğini ve gerçek ahiret hayatı ile karşılaşacağını aklından çıkarmaz. Bunu bilmek ve buna göre davranmak, insana sonsuz güzellikleri ve nimetleri getirecek olan büyük bir kazançtır.

“Dünya hayatı yalnızca bir oyun ve bir oyalanmadan başkası değildir. Korkup-sakınmakta olanlar için ahiret yurdu gerçekten daha hayırlıdır. Yine de akıl erdirmeyecek misiniz?” (Enam Suresi, 32)



Allah'ın maddeyi varmış gibi gösterme sanatı



Allah evreni mükemmel bir düzenle yaratmıştır. Dünyayı ve içindeki her detayı da, bakıldığında güzelliğine hayran olunacak şekilde kusursuz sanatıyla yaratmıştır. Biz bu kusursuzluğun beynimizdeki görüntüsünü görürüz. Dışarıda maddenin aslı vardır fakat biz ancak Allah'ın beynimizde yarattığı görüntüsüyle muhattap oluruz. Teknik olarak tüm dünya bu gerçeği bilir ancak Allah görüntüyü o kadar gerçekçi yaratmıştır ki insanlar herşeyin görüntü olduğunu unuturlar. Ama iman edenler Allah'ın ayettte bildirdiği 'Onları siz öldürmediniz, ama onları Allah öldürdü; attığın zaman sen atmadın, ama Allah attı. Mü'minleri Kendinden güzel bir imtihanla imtihan etmek için (yaptı)...' ( Enfal Suresi, 17) ayetinin bir gereği olarak Allah'ın herşeyi sarıp kuşattığını ve herşeyin, Allah'ın yarattığı bir görüntü olduğunu hiç akıllarından çıkarmazlar.

Bilim adamları, son teknolojinin tüm imkanlarından faydalanarak televizyonu ve görüntü sistemlerini üretmişlerdir. Her türlü araştırma, deney ve gelişime rağmen Allah'ın bize gösterdiği kadar net bir görüntü elde edememişlerdir. Allah'ın yarattığı görüntüde hiç kayma olmaz, netlik bozulmaz, karıncalanma, bulanıklık olmaz. Hatta görüntünün gerçekliğine bizi inandıran hisleri de Allah beraberinde yaratır. Dokunuruz, tadarız, koklarız, zevk alıp mutlu oluruz, yoruluruz. Bu hislerin oluşmasının sebebinin madde olamayacağı açıktır. Maddenin aslına ulaşamadığımız halde Allah'ın bize bu hisleri yaşatması ruhun da varlığının ispatıdır.

Allah samimi iman edenleri ortaya çıkarmak için dünyada bir imtihan ortamı yaratmıştır. Fakat Allah'ın maddeyi gerçekten varmış gibi göstermesi, bir çok insanı yanılgıya düşürmektedir. Bu insanlar bu sebeple dünyaya dalıp Allah'ı unuturlar. İşte samimi iman edenler bu noktada ortaya çıkar. Çünkü iman edenler için herşeyin Allah'ın zihinde yarattığı bir görüntüden ibaret olduğunu bilmek onları Allah'a daha yakınlaştırır. Bu ilimle Allah korkuları, Allah'ın aklını, sanatını kavrayışları dolayısıyla Allah'a yakınlıkları çok artar. Allah inkar edenlerin yanılgılarını bir ayetinde şöyle bildirmiştir:

İnkar edenler ise; onların amelleri dümdüz bir arazideki seraba benzer; susayan onu bir su sanır. Nihayet ona ulaştığında bir şey bulamaz ve yanında Allah'ı bulur. (Allah da) Onun hesabını tam olarak verir. Allah, hesabı çok seri görendir. (Nur Suresi, 39)



5 Ocak 2015 Pazartesi

KADIN-ERKEK İLİŞKİLERİNDEKİ ŞİRKSEVGİSİ



Kadın-erkek ilişkilerinde, Allah rızası dışında karşılıklı kurulan bağlılık ve beraberlikler, insanları şirke saptıran en önemli konulardan birisidir. Bunlar evlilik ya da bazı toplumlarda, din ahlakına uygun olmamasına rağmen giderek yaygınlaşan evlilik dışı beraberlikler şeklinde olabilir. Şunu da belirtmek gerekir ki, her ne kadar bu konuyu "sevgi" sözcüğünü kullanarak anlatıyor olsak da, bu kişilerin arasındaki bağlılık ve his asla gerçek manada bir sevgi değildir. Özünde çeşitli menfaatlere dayalı olan karşılıklı bir bağlılık söz konusudur. Bu menfaatler ortadan kalktığında bu bağlılığın da sona erdiği sıkça görülen bir durumdur.

Bu romantik sevgi anlayışında, Allah'a karşı yerine getirmeleri gereken bütün vazifeleri birbirlerine karşı getiren, birbirlerini Allah'tan bağımsız müstakil varlıklar olarak görme yanılgısına düşen, Allah'a karşı duymaları gereken hisleri birbirlerine karşı duyan "sevgililer" ortaya çıkar. Bu kişiler Allah'ı zikretmek (anmak) yerine, sürekli birbirlerini zikrederler (anarlar). Sabah gözlerini açtıklarında, kendilerini yaratmış ve onlara yeni bir gün vermiş olan Allah'ı anıp O'na şükredecekleri yerde, ilk işleri birbirlerini düşünmek, birbirlerini hayal etmek olur. Kendilerini Allah'a beğendirmeye değil de, birbirlerine beğendirmeye çalışırlar. Allah ve O'nun dini için fedakarlıkta bulunmazlar da, birbirleri için türlü fedakarlıklar gösterirler. 

Kısacası bu kişiler, büyük bir sapkınlıkla birbirlerini ilah edinirler. Nitekim pek çok toplumda son derece yaygın olan bu çarpık sevgi anlayışının örneklerine bakıldığında, romantik erkeklerin ve kadınların açıkça birbirlerine "sana tapıyorum" gibi çok yanlış ifadeler kullandıkları görülebilir. Yine romantik sevgililerin birbirlerine yaptıkları konuşmalarda, yazdıkları şiirlerde "nereye baksam seni görüyorum, nereye gitsem seni düşünüyorum" gibi ifadeler yer alır. Oysa her nereye bakılsa ve her nereye gidilse düşünülmesi gereken tek varlık, alemlerin Rabbi olan Allah'tır. 

Görüldüğü gibi halk arasında masum hatta makbul bir sevgi çeşidi olarak görülen romantik aşk, gerçekte Allah Katında lanetlenmiş olan "şirk koşma"nın bir parçasıdır. Ne var ki "gerçekleri ters yüz eden şeytan" her konuyu olduğu gibi bu kavramları da aslından çarpıtarak insanlara süslü göstermekte, insanların çoğu da şeytanın gösterdiği yolu izlemektedir:

Andolsun Allah'a, senden önceki ümmetlere de (elçiler) gönderdik, fakat şeytan onlara yapıp ettiklerini süslü göstermiştir; bugün de onların velisi odur ve onlar için acı bir azab vardır. (Nahl Suresi, 63)

… Kendi yaptıklarını şeytan süsleyip-çekici kıldı, böylece onları yoldan alıkoydu. Oysa onlar görebilen kimselerdi. (Ankebut Suresi, 38)

Kuran'da, bu tür romantik ilişkilerde kadınlara karşı beslenen tutku dolu sevgiye özellikle dikkat çekilir. Bu kadın, kişinin eşi, sevgilisi, hatta uzaktan "platonik" olarak sevgi beslediği herhangi bir kadın da olabilir. Eğer bu, Allah'ı unutturan, Allah'ı gereği gibi anmayı engelleyen, Allah sevgisine tercih edilen, kalpten Allah sevgisini çıkarıp da onun yerine konulan bir sevgi türüyse, kişiyi doğrudan şirke sürükler. Kuşkusuz aynı tehlike yalnızca erkekler için değil kadınlar için de geçerlidir. 
Romantik kadın-erkek ilişkisini alabildiğine yaşayan kimseler çoğu zaman bu gerçeklerden habersizdir. Kendilerini yine kendi elleriyle içine attıkları tehlikenin bilincinde değildirler. Çünkü çoğu, çocukluklarından beri toplumdan aldıkları çarpık telkinlerin ve kendilerine doğru yolu gösterecek tek rehber olan Kuran'dan ve Peygamberimiz (sav)'in hayatından habersiz olmalarının bir sonucu olarak, işlediklerinin Allah Katında bir suç olduğunun farkında değildirler. Allah'ın din ahlakından uzak yaşadıkları için, daha önce de belirttiğimiz gibi, büyük bir batağın içinde olmalarına rağmen kendilerini doğru yolda zannetmektedirler. Yalnızca Allah'a iman etmedikleri için, akıl ve anlayışları körelmiştir.

Akılsızlık içinde yaşanan söz konusu şirk sevgisi, birbirlerini adeta ilah edinmiş olan kadın ve erkekleri bazen çok büyük felaketlere sürükler. Örneğin, birbirine aşık iki gencin birlikte intihar edecek derecede akılları kapanabilir. Dünya şartlarının, biraraya gelmelerini engellediği iki genç aşklarını sözde "ebedileştirmek", "ruhlarının sonsuza kadar birlikte olması" gibi anlamsız ve gerçek dışı telkinlerle elele tutuşup bir köprüden atlayabilirler. Oysa bunu yaparken, aslında kendilerini cehennem çukuruna attıklarının farkında değildirler. Haram olan bir fiili bir mahsur görmeden gerçekleştirmekte ve öldüklerinde Allah'a kavuşacaklarına değil birbirlerine kavuşacaklarına inanmaktadırlar. Son anda ölüm meleklerini gördüklerinde bunu anlarlar, ancak artık iş işten geçmiştir. Gazetelerde sık sık ümitsiz aşıkların intiharlarından, geride bıraktıkları duygusal mektuplardan bahseden haberlere rastlamak mümkündür. Tüm bunlar romantizmin insanların akıllarını ve şuurlarını ne derece kapatabildiğinin somut örnekleridir.

Ne var ki, bu dünyada romantizm nedeniyle gözü kapalı bağlandığı, adeta ilah edindiği eşini kişi ahirette kendi nefsini kurtarmak için fidye olarak vermeye kalkacaktır. Çünkü gözündeki perde kalkmış, kendisine vaat edilen azabın gerçek olduğunu anlamıştır. Ayetlerde bu kimselerin ahiretteki tavırları şöyle tarif edilir:

Onlar birbirlerine gösterilirler. Bir suçlu-günahkar, o günün azabına karşılık olmak üzere, oğullarını fidye olarak vermek ister;

Kendi eşini ve kardeşini,

Ve onu barındıran aşiretini de;

Yeryüzünde bulunanların tümünü (verse de); sonra bir kurtulsa. (Mearic Suresi, 11-14)

Bir başka ayette de aynı durum şöyle tasvir edilir:

Kişi o gün, kendi kardeşinden kaçar; Annesinden ve babasından,

Eşinden ve çocuklarından, O gün, onlardan her birisinin kendine yetecek bir işi vardır. (Abese Suresi, 34-37)



Şirke dayalı romantik sevgi anlayışı toplumda "aşk", "romantizm", "saf ve temiz duygular" vb.

şeklinde masum gösterilir, hatta yüceltilip teşvik edilir. Özellikle genç yaştaki insanları etkisine alan bu romantizm telkini akıl ve şuurun gelişmesini engellediği için, dinden, imandan, yaratılış amaçlarından haberleri olmayan, Allah'ı unutmuş, Allah sevgisini, Allah korkusunu bilmeyen, şirki doğal bir davranış, bir yaşam tarzı haline getirmiş sapkın nesiller ortaya çıkmaktadır. 

Televizyonlarda ve filmlerde romantizm ve duygusal konular çok yoğun bir şekilde insanlara empoze edilir. Duygusallık adeta insanın doğal bir ihtiyacı olarak öne sürülür. Romantizm şarkılarda, şiirlerde, kitaplarda en revaçta, en ön planda işlenen temadır. Şeytan duygusallığın insanların akletmelerini, gerçekleri görmelerini, Allah'ı anmalarını, yaratılış amaçlarını ve ahireti düşünmelerini engelleyen, onları dini yaşamaktan uzaklaştıran, şirke batıran bir illet olduğunu çok iyi bilir. Bu yüzden her kesimdeki ve her sektördeki yandaşlarını, duygusallık telkinini en yoğun ve sık olarak ayakta tutacak biçimde yönlendirir. 

Bu nedenle, şirk koşmayı yalnızca taştan tahtadan putlara secde etmek sananlar, bu dünyada kendilerini müstağni görüp ahirette de "Rabbimiz olan Allah'a andolsun biz müşriklerden değildik" (En'am Suresi, 22) diyenlerden olmaktan çok sakınmalıdırlar.



ŞEYTANİ MERHAMET DUYGUSU


  
Şeytanın kışkırtmalarına uyan insanlar, Allah'ın bir güzellik olarak verdiği merhamet duygusunu da kimi zaman saptırarak tamamen yanlış yönlerde kullanabilirler. Allah'ın hükümleriyle çelişen bir merhamet anlayışı, şeytani bir merhamettir. Duygusal insanlar ölçü olarak Kuran'ı değil de duygusal dürtülerini esas aldıkları için şefkat ve merhamet duyguları da sapkın bir biçimde yönlenir.

Örneğin, bir kimse, insanların acılarından, küçük çocukların, masum sevimli hayvanların ölümlerinden büyük üzüntü duyar. Ancak burada şeytani merhamet devreye girer ve karşılaştığı olaylar onu    Allah'a karşı isyana ve şirk koşmaya götürür. Halbuki bu tür bir telkinden aklını kullanıp kurtulan insan, gerçeği temiz ve berrak bir şekilde görecektir. Bir kere ölüm, mümin kimseler için bir zulüm, eziyet ve azap olmadığı gibi onlar için bir kurtuluş ve sonsuz güzel bir hayata atılan adımdır. Allah'ın kullarını kendi Katına aldığı bir kapıdır. Şeytan ve onun dostları açısından ise ölüm dünyadaki azgınlıklarının, nefislerinin sınırsız tutkularının sona erdiği ve kendilerine vaat edilen ebedi azap kapısının açıldığı andır. Bu yüzden şeytan ölümü çirkin bir kötülük olarak görür ve göstermeye çalışır. 

Bu değerlendirmesi kendisi açısından doğrudur, fakat masumlar ve müminler için geçerli değildir. Cehenneme gidecek biri açısından ölüm gerçekten kötü bir olaydır, cennete gidecek için ise sevindiricidir.

Şeytani merhamet, aynı zamanda kişiyi karşı tarafa fayda değil tam aksine zarar verecek bir merhamet göstermeye yöneltir. Dinden uzak toplumlarda insanlar, karşılarındaki kişinin ahirette zarara uğrayıp uğramayacağını düşünmeden herşeyi yapmalarına göz yumarlar. Örneğin, kötü bir ahlak göstermesine müsaade eder, Allah'ın haram kıldığı bir fiili uygulamasına ses çıkarmaz, hatta bu konuda yardımcı olurlar. Örneğin oruç tutabilecek yaşa gelmiş olan çocuğunun kendince "aç kalmasına dayanamadığı için" oruç tutmasına izin vermeyen bir anne-baba, ya da elinde olduğu halde "uyandırmaya kıyamadığı için" yakınındaki birini sabah namazına kaldırmayan bir kimse gerçekte şeytani bir merhamet anlayışına sahiptir.

Müminlerin bu konuda kendilerine aldıkları ölçü ise, gösterilecek merhametin karşı tarafın ahiretini mutlaka olumlu yönde etkilemesidir. Kimi zaman bir mümine olan sevgileri ve merhametleri, onlar adına birtakım önlemler almayı ya da eleştirilerde bulunmayı gerektirebilir. Karşılarındaki kişinin yaptığı kötü bir tavırda onu eleştirebilir, içinde bulunduğu durumdan caydıracak konuşmalar yapabilir, Kuran'ın bir emri olarak kötülükten men edebilirler. Gerçek merhamet de budur. 
Çünkü müminler bunları yaparak, karşılarındaki kişinin nefsine ağır gelebilecek bir söz söylemeyi, onun Kuran ahlakına uygun olmayan bir hareketini engellemeyi göze alır, ama o kişinin sonsuz hayatını cehennem gibi geri dönüşü olmayan bir azap içinde geçirmelerini göze almazlar. Bu nedenle de Allah'ın en beğeneceği ve en çok hoşnut olacağı ahlakı yaşaması yönünde teşvik ederek onu cennete hazırlar ve dolayısıyla da olabilecek en üstün merhamet örneğini sergilerler. Unutmamak gerekir ki, asıl merhametsizlik, karşı tarafın ahiretini düşünmeksizin, yaptığı yanlışlara bile bile seyirci kalmaktır.

Şeytani merhamet beraberinde haksızlık ve adaletsizliği de getirir. Akıl sahibi bir mümin her durumda adaletle ve Allah'ın rızasına uygun karar alıp hüküm verirken, duygusal insanlar şeytani merhamet hislerine ve acıma duygularına kapılarak kolayca adaletsiz davranabilir, haksızlık yapabilirler. Nefslerinin, duygularının, istek ve tutkularının gösterdiği yönde hareket ederler. Şahit oldukları bir olay karşısında haklıyı haksızı bilmeden, adil ve akılcı bir değerlendirme yapmadan ve en önemlisi Kuran'ın hükümlerini gözetmeden cahilce bir acıma duygusuna kapılır ve bu bakış açısıyla hareket ederler. Genellikle de hem kendilerini hem de karşılarındaki insanları zarara sokabilecek girişimlerde bulunur, yanlış yönlendirmeler yapar ve yanlış kararlar alırlar. Dolayısıyla da yaşadıkları merhamet, Allah'ın emrettiği güzel ahlaktan çok uzak bir yapı ortaya çıkarır.

Duygusal kişilerin en önemli özelliklerinden biri de bencil olmalarıdır. Bu tür kimselerin dışarıdan fedakarlık gibi görünen tavır ve davranışları da aslında duygularını tatmin etmek için gösterdikleri davranışlardır. Bu nedenle duygusal bir kimsenin adaletli davranmasını, hakkaniyetli olmasını bekleyemeyiz. Duygusal bir kimse kendisinin, yakınlarının ve sevdiklerinin aleyhinde gibi görünen bir durumda adil olmak yerine taraflı ve haksız hükmedecektir. Hatta bilgisine başvurulan bir konuda gerçekleri yansıtmayan bir şahitlik yapması, yakını olduğu için yapılan hatalı bir eylemi gizlemesi de mümkündür.
Oysa adaletli davranmak müminin en önemli özelliklerinden biridir. Nitekim Allah Kuran'da her koşulda -söz konusu olan kişi kendisi, yakınları ya da düşmanı bildiği bir kimse dahi olsa- adaletle davranmayı emretmektedir:

Ey iman edenler, kendiniz, anne-babanız ve yakınlarınız aleyhine bile olsa, Allah için şahidler olarak adaleti ayakta tutun. (Onlar) ister zengin olsun, ister fakir olsun; çünkü Allah onlara daha yakındır. Öyleyse adaletten dönüp heva (tutkuları)nıza uymayın. Eğer dilinizi eğip büker (sözü geveler) ya da yüz çevirirseniz, şüphesiz Allah, yaptıklarınızdan haberi olandır. (Nisa Suresi, 135)

Bir başka ayette Allah insanları "adil şahitler" olmaya davet etmektedir:
Ey iman edenler, adil şahidler olarak, Allah için, hakkı ayakta tutun. Bir topluluğa olan kininiz, sizi adaletten alıkoymasın... (Maide Suresi, 8)

Ancak duygusal bir insanın, ayetlerdeki bu emirleri eksiksizce yerine getirmesi mümkün olmaz. Çünkü böyle bir insan bencilliği çok köklü bir şekilde içinde barındırdığından olayları değerlendiriş şekli, yorumları da hep kendi taraflı olur. Örneğin başta kendisine olmak üzere yakınları, sevdikleri ya da hiçbir geçerli kıstası olmadan sempati duyduğu kimselere karşı ayrıcalık tanıması, yapılan çirkin tavırlara hatta suç olabilecek eylemlere karşı göz yumması söz konusudur.


ÜZÜNTÜ VE KARAMSARLIK

  
İnsan güzelliklerden zevk alacak, neşe, huzur içinde yaşama isteği duyacak yapıda yaratılmıştır. Bu bakımdan bir kimsenin karşısına çıkan olumsuzlukları en kısa zamanda ortadan kaldırmak ya da bunları güzelliklere, neşe vesilesine çevirmek istemesi en doğal çabası olacaktır. Kuşkusuz huzur, güven duymak, neşeli, mutlu, rahat olmak, bedenen ve ruhen sağlıklı olmak için son derece önemli unsurlardır.

Ancak insanlar Kuran'a göre değil de kendi ölçülerine, kendi istek ve tutkularına, duygularına göre hareket ettiklerinde içlerinde üzüntü, sıkıntı, korku hali hakim olur. Örneğin Kuran'da bildirilen tevekkül, kader, teslimiyet anlayışına sahip olmayan bir kimse, bir sonraki günün kendisine ve yakınlarına ne getireceğini bilmemenin huzursuzluğu içinde sürekli mücadele halindedir.

Halbuki insan Allah'ın kulları için seçip beğendiği dinini yaşadığı, Kuran ahlakına sahip olduğu takdirde bu sıkıntıların hiçbirine girmeyecek, bu sorunların hiçbirini yaşamayacaktır. Allah elçileri aracılığıyla duyurduğu bu gerçeği ayetlerde şöyle haber verir:
... kim Benim hidayetime uyarsa artık o şaşırıp sapmaz ve mutsuz olmaz. Kim de Benim zikrimden yüz çevirirse, artık onun için sıkıntılı bir geçim vardır... (Taha Suresi, 123-124)
Çoğu insan ise ayette belirtildiği gibi Allah'ın zikrinden yüz çevirdiği için mutsuz olur, sıkıntılı bir yaşam sürer. Ayrıca hayatını tesadüflerin yönlendirdiği gibi batıl bir inançla yaşadığından kendisi için gelecekte güzel sonuçlar doğurabilecek şeyleri de büyük bir akılsızlıkla bir şanssızlık, aksilik olarak görür, bunların da üzüntüsünü çeker. İşten çıkarılmak, parasız kalmak, dolandırılmak, hastalanmak ya da onore edilmeyi beklerken alayla, sadakat beklerken nankörlükle karşılık görmek gibi korkuları ise sürekli zihnini meşgul eder. Her an üzücü bir haber almanın, hoşuna gitmeyecek bir tavır ya da sözle karşılaşmanın ihtimaliyle kötümser bir ruh hali içine girer. En rahat, mutlu anında bile yaşadığı bu anı sürekli kılamamanın endişesini yaşayarak, adeta kabus dolu bir hayat yaşar. Bir ayette Allah, Kuran'dan uzaklaşarak sıkıntılı bir ruh hali içine giren insanların durumunu şöyle açıklar:

Allah, kimi hidayete erdirmek isterse, onun göğsünü İslam'a açar; kimi saptırmak isterse, onun göğsünü, sanki göğe yükseliyormuş gibi dar ve sıkıntılı kılar. Allah, iman etmeyenlerin üstüne işte böyle pislik çökertir. (En'am Suresi, 125)

Din ahlakından uzak insanlar, sevgi, şefkat, merhamet, fedakarlık, kardeşlik, alçakgönüllülük gibi Kuran'daki güzel ahlak özelliklerine sahip olmayan kişilerle beraber oldukları için de doğal olarak güvensizlik ve huzursuzluk içinde olurlar. Kimsenin kimse için karşılıksız yardımda bulunmadığı, çıkar ilişkilerine dayalı dostlukların yaşandığı, insani hataların bile öfkeyle karşılandığı, herkesin birbirinin hakkını yediği, arkasından dedikodu yaptığı, samimi fikirlerini söylemediği suni, can yakan bir sistemin içinde yaşamak, duygusallık içindeki bir kimse için mutsuzluk sebebidir.

Ancak bu kişiler kendilerine göre güzel bir ortamda olsalar da değişen pek bir şey olmaz. Çevrelerinde gelişen sayısız olumlu konu olsa da duygusal kişiler bu konulara hep olumsuz yönünden yaklaşırlar. Havanın sıcak olması veya soğuk olması, yağmurlu olması ya da rüzgarlı olması, kısacası her detaya olumsuz baktıklarından kendileri için bir sıkıntıya dönüşür. 
Örneklerini sayfalarca çoğaltabileceğimiz bu memnuniyetsizlik hallerinin gün boyunca devam etmesi, Allah'ın "Öyleyse kazandıklarının cezası olarak az gülsünler, çok ağlasınlar." (Tevbe Suresi, 82) ayetinin bir tecellisidir. Bir başka ayette Allah inkarcıların bu tepkilerini şöyle bildirir:

Kendisine bir şer (kötülük) dokunduğu zaman feryadı basar. (Mearic Suresi, 20)

İman etmeyenlerin mutsuzluklarının temelindeki bir diğer sebep ise planlarının bekledikleri gibi gitmemesidir. Örneğin duygusal bir kişi eşini memnun etmek için bir yemek yapar, beklediği ilgiyi bulamayınca üzülür; para biriktirip arkadaşına bir hediye alır, yeterince sevindiremediğini düşünerek yine üzülür; bir ev satın alır, boyacı badanasını iyi yapmamış diye yine mutsuz olur; mutsuzluğunun sebeplerinin sonu gelmez. Tuttuğu futbol takımının yenilmesi, sınavdan beklediğinden birkaç puan eksik alması, işine geç kalması, trafiğin tıkanması, gözlüğünün kırılması, saatini kaybetmesi, davette en sevdiği kıyafetinin lekelenmesi herşey mutsuzluğuna sebep olur.

Olayları yüzeysel bir gözle değerlendiren, duygusal bir yaklaşımla tepki veren bir kimse kendisiyle ilgili ya da etrafında gelişen olayların bir sonraki aşamada kendisi için ne gibi hayırları olabileceğini aklına getirmez. Halbuki otobüsü kaçırdığı için hemen üzüntüye kapılan bir kişi otobüsün bir an sonra kaza yapmayacağını nereden bilmektedir? Belki de Allah kendisine isabet edecek böyle bir kazaya engel olarak kaderinde otobüsü kaçırmasını vesile kılmaktadır. Ya da her gün önünden geçtiği ve çok iyi bildiği bir sapağı kaçırarak yanlış bir yola sapan bir kişi, olayları kendi yüzeysel bakış açısıyla değerlendirdiğinde kendine kızacak, yolunu uzattığı için hemen neşesi kaçacaktır. Halbuki onu yola saptırmayan Allah'tır, her olay gibi bu da kaderdir.

Örneğin çok istediği bir işe alınmaması, gafil bir kimse için büyük bir üzüntü sebebidir. Bu yaklaşımdaki bir kimse işe girmesinin kendisi için çok iyi olacağına kesin gözüyle bakmaktadır. Aksini ise çok büyük bir kayıp gibi görmektedir. Halbuki imanlı bir kimse Allah'ı dostu, velisi olarak bildiğinden Allah'ın kendisi için takdir ettiği sonucu teslimiyetle, neşeyle, şevkle karşılayacaktır. Belki bu çalışma ortamı sağlığını olumsuz yönde etkileyecek bir ortamdır, belki daha iyi bir fırsatı elde etmesi için bu işe girmemesi gerekmektedir.
Ya da sabah arabasına bindiğinde, arabasının çalışmadığını gören bir kimse gafil davrandığında bunu bir aksilik gibi düşünebilir. Ancak gerçekte araba Allah dilediği için çalışmamaktadır ve Allah arabanın çalışmamasında hayır görmektedir. Ayrıca kişi bu olaydaki hikmeti de göremeyebilir, ancak hikmetini bilse de bilmese de Allah'tan razı olması gerekir.
İnsanlar istemedikleri şekilde gelişen olaylara aksilik derler. İnsan "aksilik" zanneder halbuki en doğrusu kaderde o olayın o şekilde olmasıdır. Gün içinde insanları üzen, rahatını kaçıran, kızdıran, sıkan, aksilik, terslik dediği olayların hikmet ve hayırlarını Allah gösterse kişi üzülmesinin ne kadar yanlış olduğunu anlayacak ve tam tersine sevinç ve neşe içinde olacaktır. Kader kişiye bütün olarak gösterilecek olsa ya da aksilik gibi görünen olayları kader içerisinde görecek olsa olanlar için hiç üzülmeyecektir.

Bu bakımdan yapılacak en akılcı tavır Allah'a teslim olarak yaşamaktır. Kaldı ki farkında olsa da olmasa da, kabul etse de etmese de herkes zaten Allah'a teslimdir. Ancak bunun bilincinde yaşamak önemlidir. Bu şuura sahip müminler huzur ve güven içinde, tatmin olmuş bir ruh haliyle Allah'ın kendileri için belirlediği kaderi, bir film seyretmenin rahatlığı içinde yaşarlar.

İnsanların çoğu doğum, ölüm, ecel, rızık gibi konuların dışındaki şeylerin kaderde olmadığını, aksilikten, tedbirsizlikten dolayı meydana geldiğini dolayısıyla da kaderle bağlantılı olmadığını zannederek büyük bir yanılgı içinde yaşarlar. Halbuki bu yanılgı onları kaderde tesbit edilmiş olaylara karşı isyana sürükler, onların  hüzün duymalarına sebep olur. Ayrıca tüm olayları aleyhlerinde değerlendirmeleri de onlara kesintisiz bir azap yaşatır. Bunun sonucu olarak duygusal insanların neşeli halleri de çok kısa ve anlık olur. Bir şeye çok sevindikten kısa süre sonra akıllarına üzülecekleri bir şey getirip tekrar karamsar ruh haline geri dönerler.

Tüm bunlar din ahlakını yaşamamanın doğal ve kaçınılmaz sonuçlarıdır. Samimi olarak gönülden iman etmediğinde kişi hüzne ve umutsuzluğa mahkum olur. Nitekim dünyada, Allah'ın emir ve tavsiyelerini gözetmeksizin ömürlerini sorumsuzca tüketenler ahirette bu mutsuzluklarını kendileri ikrar etmektedirler:

Dediler ki: "Rabbimiz, mutsuzluğumuz bize karşı üstün geldi, biz  sapan bir topluluk imişiz." (Mü'minun Suresi, 106)

Elbette ki Allah kişiyi bu dünyada birtakım sıkıntı ve zorluklarla deneyebilir. Ancak mümin Kuran'dan habersiz kimseler gibi, bu sıkıntılar karşısında hüzüne ve karamsarlığa kapılmaz, duygusallaşmaz. Çünkü bilir ki Allah, kendisinin bu sıkıntı karşısında nasıl davranacağını denemektedir. Ve bunun çözümü ne ağlamak, ne hüzünlenmek ne de hayıflanmaktır. Bunun çözümü, "sıkıntı ve ihtiyaç içinde olana, kendisine dua ettiği zaman icabet eden, kötülüğü açıp gideren" (Neml Suresi, 62) Allah'tan yardım istemesi, yalnızca O'na güvenip dayanmasıdır ve Allah'ın duasına icabet edeceğinden emin olmasıdır. Allah mümin kullarına Kuran'da şöyle vaat etmiştir:

Haberiniz olsun; Allah'ın velileri, onlar için korku yoktur, mahzun da olmayacaklardır. Onlar iman edenler ve (Allah'tan) sakınanlardır. Müjde, dünya hayatında ve ahirette onlarındır. Allah'ın sözleri için değişiklik yoktur. İşte büyük 'kurtuluş ve mutluluk' budur. (Yunus Suresi, 62-64)

Ayrıca Allah sıkıntı, zorluk gibi görünen anları da özel olarak pek çok hikmetle  yaratır. İman gözüyle bakan bir kimse Allah'ın yarattığı herşeydeki güzellikleri hikmetleri görerek şevklenecek, neşesi daha da artacaktır. Dolayısıyla kişinin Allah'a olan teslimiyeti ruhen dingin, mutmain bir ruh halinde olmasını dolayısıyla da huzur ve güven duygusu içinde yaşamasını sağlayacaktır.

Duygusallık ise, insanları bu tevekkül bilincinden tamamen uzaklaştırmakta, onları olaylar karşısında abartılı sevinçlere veya abartılı üzüntü ve kederlere sürüklemektedir. Allah, umutsuzluk ve şımarıklık arasında gidip-gelen bu gibi kişilerin durumunu ve müminlerin bunlardan farkını Kuran'da şöyle tarif etmektedir:

Andolsun, Biz insana tarafımızdan bir rahmet tattırıp sonra bunu kendisinden çekip-alsak, kuşkusuz o, (artık) umudunu kesmiş bir nankördür. Ve andolsun, kendisine dokunan bir sıkıntıdan sonra, ona bir nimet tattırsak, kuşkusuz; "Kötülükler benden gidiverdi" der. Çünkü o, şımarıktır, böbürlenendir. Sabredenler ve salih amellerde bulunanlar başka. İşte, bağışlanma ve büyük ecir bunlarındır. (Hud Suresi, 9-11)