26 Aralık 2014 Cuma

Allah'tan 'En Hayırlısını' Ümit Etmek



Allah'ın Kuran'da bildirdiği güzel ahlak özelliklerinden biri olan "ümitvar olmak", şartlar ne olursa olsun Allah'a teslim olmak ve hiçbir üzüntüye ve kaygıya kapılmadan, olayların er veya geç müminler için en hayırlısıyla sonuçlanacağının bilincinde olmaktır.

İman eden bir kimse, ne kadar büyük zorluklarla karşılaşırsa karşılaşsın, yine de asaletinden ve saygınlığından hiçbir şey kaybetmez. Bu kararlılığı ise, Allah'a karşı duyduğu sevgi ve güvenden, kadere tam anlamıyla teslim olmasından ve dünya hayatının geçiciliğini kavramış olmasından kaynaklanır.

Allah'ın Kuran'da gösterdiği doğru yoldan uzak yaşayan kimi insanlar, her olumsuz gibi görünen olay karşısında üzüntü ve karamsarlık duyar. Bundan dolayı iç karartıcı, mutsuz, sıkıntılı bir hayat sürerler.

Mümin bir kimse ise hangi şartlar altında olursa olsun Allah'a yönelir ve olaylardaki güzel ve hayırlı yönleri görür. Hiçbir zaman için "Neden böyle oldu?", "Keşke böyle olmasaydı." gibi sözler sarf etmez. Dua ederken de Allah'tan daima "en hayırlısını" ister. Çünkü kendisi için neyin hayırlı olduğu "gayb"dır ve gaybın bilgisi yalnızca Allah katındadır. Bu konuda müminin bir bilgisi yoktur. Sonsuz ilmiyle herşeyi kuşatan Yüce Rabbimiz, onun için en hayırlı olanın ne olduğunu bilir. Örneğin Allah'ın dinine son derece bağlı olan bir mümin, hidayet bulmasını istediği bir yakınının da iman etmesini, ibadetlerini uygulamasını isteyebilir, bunu ümit ederek Allah'a dua edebilir. Duasının çok güzel ve iyi niyetli bir istek olduğu açıktır. Ancak, "Yine de en hayırlısını Rabbim bilir." diye düşünür. Bir insanın ancak Allah dilerse iman edebileceğini bilir. Bu nedenle sevdiği bir kişi hidayete ermiyorsa bunda bir hayır olduğunu düşünür ve asla üzüntü ve ümitsizliğe düşmez. Rabbimiz bu gerçeği bir Kuran ayetinde şu şekilde bildirir:

"Gerçek şu ki, sen, sevdiğini hidayete erdiremezsin, ancak Allah, dilediğini hidayete erdirir; O, hidayete erecek olanları daha iyi bilendir." (Kasas Suresi, 56)

Müminler için ümitsizliğin hiçbir koşulda söz konusu olmadığına ilişkin Kuran'da pek çok örnek yer almaktadır. Allah Kuran'da iman etmeyenler tarafından sürgün edilmiş, zindanlarda tutulmuş peygamberlerden ve salih müminlerden bahsetmektedir. Müminler bu gibi zorluklar karşısında da asla ümitsizliğe kapılmazlar. Karşılarına çıkan olay ilk bakışta çok olumsuz gibi gözükse de, bunun kendileri için pek çok hayırlara vesile olacağını bilirler. Bu nedenle de hiçbir şekilde ümitsizliğe kapılmaz, Allah'a tevekkül ederler. Kimi zaman çaresi olmayan bir hastalığa da yakalanabilirler. Bu durumda da yine şartlar ne zor olursa olsun, ümitvar olan, tevekküllü, Allah'ın yarattığı hikmetleri ve hayırları düşünen bir tavır içinde olurlar.

Amaçları hayatlarının her anında en güzel ahlakı gösterebilmektir. Bu nedenle karşılaştıkları her olaya hayır gözüyle bakar, zorluklar karşısında en güzel şekilde sabreder ve daima Allah'ın rızasını kazanmaya çalışırlar. (Harun Yahya, Kuran'da Ümitvar Olmak)

Allah Kuran'da müminlerin bu üstün ahlakını şöyle haber vermektedir:

De ki: "Allah'ın bizim için yazdıkları dışında, bize kesinlikle hiçbir şey isabet etmez. O bizim Mevlamızdır. Ve mü'minler yalnızca Allah'a tevekkül etmelidirler." (Tevbe Suresi, 51)



Bütün Sorunların Çözümü: İman Zafiyetini Ortadan Kaldırmak



Dünyanın pek çok ülkesinde yaşanan çeşitli sorunların asıl kaynağı iman zafiyetidir. İnsanların asıl ihtiyacı olan, imanlarının kuvvetlenmesi, maneviyatlarının takviye edilmesidir. Bu durumda öncelikle yapılması gereken, iman zafiyetini ortadan kaldırmaktır.

İman eden bir insan yaşamının her anında itidalli tavırlar sergilemekle; sadece tavır ve hareketlerine değil, konuşmalarına da sürekli bir özen göstermekle yükümlüdür. Her zaman, her ortamda, yapılan her sohbette, yazılan her yazıda Allah’ın razı olacağı umulan ve Müslümana yakışır bir üslup kullanmalıdır. Özellikle yazılı ya da sözlü basın yolu ile geniş kitlelere hitap eden insanlar, bu konuda büyük bir sorumluluk altında olduklarının bilincinde olmalıdırlar. Bu kişiler Allah’ın güç ve kudretinin farkında olan bireyler olarak daima Allah’ın Şanını yüceltmeli, helal ve haram sınırlarına dikkat etmeli, din ve mukaddesatla ilgili ifadelerde saygıda kusur etmemek için son derece titiz davranmalı, sözün en güzelini söylemeye özen göstermelidirler. 

Ayetlerde Rabbimiz şöyle buyurmaktadır:

Görmedin mi ki, Allah nasıl bir örnek vermiştir: Güzel bir söz, güzel bir ağaç gibidir ki, onun kökü sabit, dalı ise göktedir. Rabbinin izniyle her zaman yemişini verir. Allah insanlar için örnekler verir; umulur ki onlar öğüt alır-düşünürler. (İbrahim Suresi, 24–25)

Güzel Sözün Teşvik Edilmesi Neden Önemlidir?

Güzel söz; insanları Allah’a çağıran, Kuran ahlakına uymaya davet eden, olaylardaki hayır yönünü vurgulayan, ümitsizliğe sürükleyici ifadelerden kaçınan sözdür. Kuran-ı Kerim’de birçok ayette, iman edenlerin güzel söz söylemeleri ve güzel söze uymaları tavsiye edilmiştir. Buna rağmen günümüzde birçok makalede olması gerekenden çok daha farklı bir üslup kullanılabilmektedir. Ağırlıklı olarak siyasi konuların işlendiği gazete ve dergilerdeki makalelerde, insanları endişeye sürükleyen, mukaddesata ait konularda saygıda kusur eden, kendince alaycı, ümitsiz, şikayetçi, sürekli olarak olumsuzlukların dile getirildiği bir üslup kullanılabilmektedir. Örneğin dünyanın birçok ülkesindeki Müslümanların maruz kaldıkları zulüm, şikâyetçi bir üslup kullanılarak, olumsuz detaylar verilerek, hiçbir çözüm yolu ortaya konmadan aktarılabilmektedir. Halbuki böyle bir üslubun kullanılması, yeterince bilgi sahibi olmayan bazı Müslümanları yılgınlığa düşürebileceğinden son derece yanlış ve tehlikelidir. İnsanlara faydası olmayan, okuyana sadece vakit kaybettiren boş ifadelerle dolu bu tarz yazıların, mevcut sorunların hiçbirine çözüm olamayacağı da açıktır.

Yazılı basında zaman zaman karşımıza çıkan bu yanlış üslup, aynı şekilde bazı televizyon programlarında da kullanılmaktadır. Birçok program genellikle hem kullanılan üslup hem de içerik olarak insanların boşa vakit geçirecekleri tarzda hazırlanabilmektedir. Birçok kanalda rekabet adı altında, aynı türden, insanları düşündürmekten ve geliştirmekten uzak programlar yayınlanmakta; insanların asıl ihtiyacı olan Allah sevgisi, iman hakikatleri, güzel ahlak gibi hayati konular ise adeta görmezlikten gelinmektedir. Bu yoğun telkin karşısında birçok insan olumsuz etkilenmekte, adeta uyuşmakta ve bu uyuşukluk hali söz konusu kişilerin hemen hemen bütün hayatlarına da etki etmektedir. İnsanlar bir süre sonra, aldıkları bu olumsuz telkinle yaşanan zulümlere ve haksızlıklara karşı ya tamamen ilgisiz kalmakta ya da sadece korku, endişe veya ümitsizlik içeren tepkiler verebilmektedirler.

İnsanları oyalayan, onları korku ve ümitsizliğe düşürüp pasifliğe iten yazı, haber ve programların yapımından bir an önce vazgeçilmelidir. Yayın politikaları, manevi hastalıklara çare olacak şekilde yeniden düzenlenmelidir.

Sorunların Kaynağı İman Zafiyetidir


Şunda hiçbir şüphe yoktur ki dünyanın pek çok ülkesinde yaşanan çeşitli sorunların asıl kaynağı iman zafiyetidir. İnsanların asıl ihtiyacı olan, imanlarının kuvvetlenmesi, maneviyatlarının takviye edilmesidir. Bu durumda öncelikle yapılması gereken, insanların imanlarındaki zafiyeti ortadan kaldırmaktır. 

Bazı makalelerde ve televizyon programlarında kullanılan şikayetçi üslubun temelinde de iman zafiyeti yatmaktadır. İman zayıflığından dolayı insanlar herşeyin Allah’ın kontrolünde olduğunu unutmakta, olaylara hayır ve hikmet gözüyle bakamamakta, bundan dolayı şikâyet etmekte, korku ve endişeye kapılmakta, sorunlara bir çözüm getiremeyip ümitsizliğe düşmektedirler. Oysa Allah’a iman etmiş ve tam olarak teslim olmuş bir kişi, her olayda bir hayır olduğunu bilir ve içinde bulunduğu durumu, karşılaştığı her olayı bu bakış açısıyla değerlendirir. Ne kadar zorlu ve sıkıntılı olaylarla karşılaşırsa karşılaşsın sahip olduğu kuvvetli iman, onu korku ve ümitsizliğe kapılmaktan alıkoyar.

Bu nedenle, maneviyatı kuvvetlendirmeye yönelik yapılacak çalışmalar son derece önemlidir. 

İman Zafiyetini Yok Etmenin Yolları

Gazete ve dergilerin köşe yazılarında imani konular işlenmeli, yerel ve ulusal televizyon kanallarında düzenli olarak maneviyatı güçlendirecek eğitici programlar yayınlanmalıdır. İman hakikatleri, Allah’ın yaratmasındaki deliller anlatılmalıdır. İnsanlara, her olayın Allah’ın kontrolünde gerçekleştiği, her olayda hayır olduğu gerçeği devamlı hatırlatılmalıdır. Sıkça kullanılan karamsar üslup terk edilmez ve insanların imanlarını kuvvetlendirecek kültürel faaliyetler yapılmaz ise sorunlar devamlı artar, mevcut sorunlara da çözüm bulunamaz. Bir Kuran ayetinde ümitsizliğin iman etmeyen kişilere ait bir özellik olduğu şöyle bildirilmiştir:

Oğullarım, gidin de Yusuf ile kardeşinden (duyarlı bir araştırmayla) bir haber getirin ve Allah’ın rahmetinden umut kesmeyin. Çünkü kafirler topluluğundan başkası Allah’ın rahmetinden umut kesmez. (Yusuf Suresi, 87)

Kuran’da da açıkça bildirildiği gibi, ümitsizliğe düşmek Müslümana yakışmayacak bir harekettir. Bu yüzden iman edenlerin bilinçlendirilmesi ve imanlarının sağlamlaştırılması için Müslüman Türk Milletine özellikle de yazılı ve görsel basında görev alan kişilere büyük sorumluluk düşmektedir. Bu konumdaki insanlar yazdıkları yazılarda, hazırladıkları programlarda halkımızın maneviyatını sağlamlaştırmaya, onlara güzel ahlakı anlatmaya özen göstermeli, bunları yaparken alaycılıktan şiddetle kaçınan, mukaddesata saygılı ve Allah’ın sınırlarını titizlikle koruyan bir üslup kullanmaya dikkat etmelidirler.





Allah, Tüm Evrenin Tek Hakimi, Sonsuz Güç Sahibidir



Allah’ın tek güç sahibi olduğu gerçeğini bilen ve hakkıyla görebilen bir insan için zaten Allah’a teslim olarak tevekkül etmekten başka bir yol yoktur. Çünkü bir insanın karşılaştığı her olay, her insan, her konuşma, her ses, Allah’ın denetimi altındadır. Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’in de belirttiği gibi Allah’tan gelen herşey mümin için bir güzellik ve bir hayırdır. Müminlerin bu gerçeğin bilincinde olarak yaşadıkları tevekkül anlayışını Allah bir ayetinde şöyle bildirir:

“Ben gerçekten, benim de Rabbim, sizin de Rabbiniz olan Allah’a tevekkül ettim. O’nun, alnından yakalayıp-denetlemediği hiçbir canlı yoktur. Muhakkak benim Rabbim, dosdoğru bir yol üzerinedir (dosdoğru yolda olanı korumaktadır.)” (Hud Suresi, 56)

Allah’a tevekkül etmeyerek, herşeyi kendi güçlerinin ve kontrollerinin altında zannedenler ise, daima korku, hüzün, endişe ve karamsarlık içinde olurlar. Bu, bir filmi izleyen bir insanın sanki filmin sonunu değiştirebilecekmiş gibi heyecana ve paniğe kapılmasına benzer. Böyle bir korku nasıl son derece yersiz ve gereksiz ise, kaderini izleyen bir insanın da olaylar karşısında benzer hislere kapılması gereksiz ve yersizdir. Örneğin, suçsuz bir insana iftira atanlar Allah’ın kontrolünde varlıklardır. Allah, insanı denemek için bu olayları yaratır. Bunlara sabrettiği takdirde, Allah’ın rızasını, cennetini ve rahmetini kazanmayı uman mümin için üzülüp kederlenecek hiçbir neden olmaz. Ayrıca Allah, müminlere her zaman yardımını gönderir ve onlara işlerinde kolaylık sağlar. Bu, Allah’ın kesin bir vaadidir. Allah bir ayetinde haksızlığa uğrayanlar için şöyle buyurmaktadır:

“İşte böyle; her kim kendisine yapılan haksızlığın benzeriyle karşılık verir, sonra aleyhine ‘azgınlık ve saldırıda’ bulunulursa, Allah, mutlaka ona yardım eder. Şüphesiz Allah, affedicidir, bağışlayıcıdır.” (Hac Suresi, 60)



24 Aralık 2014 Çarşamba

Allah müminlere görünmez ve sezilmez yollarla kolaylık ve destek sağlar

  

Başta da belirttiğimiz gibi dünya bir imtihan yeri olarak yaratılmıştır. Tüm insanlar burada Allah'a ve ahiret gününe olan inançlarıyla denenmektedirler. Allah'ın yarattığı bu imtihan ortamının bir gereği olarak, dıştan bakıldığında kötülük yapanlar da iyi olanlar da aynı şartlarda yaşıyor gibi görünürler. Oysa Allah'a iman edenlerin yaşadığı hayat dini inkar edenlerden çok daha farklıdır. Önceki sayfalarda da belirttiğimiz gibi Allah iman eden kullarına daima kolaylık verir, onların işlerini kolaylaştırır, zor durumlarda dahi muhakkak bir çıkış yolu gösterir. Bu, Allah'ın açık bir yardımıdır.

Ancak Kuran'da Allah'ın kullarına sezilmez yollarla yardım edeceği, onlara ummadıkları şekilde destek ve kolaylık sağlayacağı da haber verilmiştir. Allah'ın Kuran'da bildirdiği bu yardımları birkaç ana başlık altında örneklendirebiliriz.
Allah müminlere meleklerle yardım gönderir

Allah'ın müminlere olan yardımı çeşitli şekillerde tecelli etmektedir. Allah'ın yardımlarından biri, melekleri, zor anlarında müminlerin yardımına göndermesidir. Allah Kuran'da bu yardımı, Peygamberimiz (sav) döneminde yaşanmış olan bir olayı örnek vererek şöyle haber vermektedir:

Sen müminlere: "Rabbinizin size meleklerden indirilmiş üç bin kişiyle yardım-iletmesi size yetmez mi?" diyordun. Evet, eğer sabrederseniz, sakınırsanız ve onlar da aniden üstünüze çullanıverirlerse, Rabbiniz size meleklerden nişanlı beş bin kişiyle yardım ulaştıracaktır. Allah bunu (yardımı) size ancak bir müjde olsun ve kalpleriniz bununla tatmin bulsun diye yaptı. 'Yardım ve zafer' (nusret) ancak üstün ve güçlü, hüküm ve hikmet sahibi olan Allah'ın Katındandır. (Al-i İmran Suresi, 124-126)

Allah bir başka ayetinde ise müminlere görünmeyen ordularla da yardım ettiğini açıklamıştır:

Ey iman edenler, Allah'ın üzerinizdeki nimetini hatırlayın. Hani size ordular gelmişti; böylece Biz de onların üzerine, bir rüzgar ve sizin görmediğiniz ordular göndermiştik. Allah, yaptıklarınızı görendir. (Ahzab Suresi, 9)

Allah'ın Kuran'da müminlerin daima galip geleceklerini bildirmesi, müminler için güzel ve şevklendirici bir vaaddir. Ancak burada bir noktaya daha dikkat çekmekte yarar vardır. Her yardım Allah'tandır ve kuşkusuz gücün tüm sahibi Allah'tır. Müminler, asıl zafer ve yardımın aslında Allah'a ait olduğunu bilirler. Meleklerin destek olmasının ise, Allah'ın bir müjdesi, kendilerine yardım ve desteğinin meleklerin yardımı şeklindeki tecellisi olduğunu asla unutmazlar. Çünkü Rabbimiz ayetlerinde bu gerçeği şöyle hatırlatmıştır:

Siz Rabbinizden yardım talep ediyordunuz, O da: "Şüphesiz ben size birbiri ardınca bin melek ile yardım ediciyim" diye cevap vermişti. Allah, bunu, yalnızca bir müjde ve kalblerinizin tatmin bulması için yapmıştı; (yoksa) Allah'ın Katından başkasında nusret (zafer ve yardım) yoktur. Hiç şüphesiz Allah üstün ve güçlü olandır, hüküm ve hikmet sahibidir. (Enfal Suresi, 9-10)

Allah'ın dilediği kuluna dilediği şekilde yardım edeceğini bilen müminlerin, en zorlu anlarda dahi içlerinde bir güven ve huzur duygusu olur. Bu ruh hali içinde manevi yönden son derece güzel bir hayat yaşarlar.

Allah müminleri düşmanlarına karşı destekler

Allah'ın bir takdiri olarak iman edenlerin sayısı, her dönemde hep az olmuştur. Ancak galip gelenler sayıca üstün olanlar değil, her zaman mümin olanlardır. Müminler Allah'ın verdiği akıl, feraset, basiret, güzel ahlak gibi nimetlerle daima inkar içindeki insalara karşı başarı elde etmişlerdir. Tüm bunların yanı sıra Allah, kimi zaman müminleri inkarcıların gözünde sayıca ve kuvvetçe de çok gösterdiğini ve bunun inkarcılarda yılgınlığa ve korkuya neden olduğunu da haber vermiştir. Allah ayetlerinde Asr-ı Saadet döneminde gerçekleşen böyle bir olayı şöyle bildirir:

Karşı karşıya geldiğinizde, Allah, 'olacağı olan işi gerçekleştirmek' için, onları gözlerinizde az gösteriyor, sizi de onların gözlerinde azaltıyordu. Ve (bütün) işler Allah'a döndürülür. Ey iman edenler, bir toplulukla karşı karşıya geldiğiniz zaman, dayanıklık gösterin ve Allah'ı çokça zikredin. Ki kurtuluş (felah) bulasınız. (Enfal Suresi, 44-45)

Az sayıdaki müminin inkarcıların bakış açısında son derece güçlü ve zorlu, kalabalık bir topluluk olarak görülmesi kuşkusuz Allah'ın mucizelerinden biridir ve aynı zamanda müminler açısından da çok büyük bir kolaylık olarak yaşanmıştır. Böylece Allah müminlere başarı kazandırmıştır.

Ayrıca Allah başka ayetler ile Peygamberimiz Hz. Muhammed (sav)'e, dilediği zaman müminlerin gücünü olduğundan kat kat daha fazla artıracağını bildirmiştir. Sabretmelerine karşılık olarak inanan kullarına umduklarından çok daha büyük bir güç ve zafer vereceğini şöyle vaat etmiştir:

Ey Peygamber, mü'minleri savaşa karşı hazırlayıp-teşvik et. Eğer içinizde sabreden yirmi (kişi) bulunursa, iki yüz (kişiyi) mağlub edebilirler. Ve eğer içinizden yüz (sabırlı kişi) bulunursa, kafirlerden binini yener. Çünkü onlar (gerçeği) kavramayan bir topluluktur. Şimdi, Allah sizden (yükünüzü) hafifletti ve sizde bir za'f olduğunu bildi. Sizden yüz sabırlı (kişi) bulunursa, (onların) iki yüzünü bozguna uğratır; eğer sizden bin (kişi) olursa, Allah'ın izniyle (onların) iki binini yener. Allah, sabredenlerle beraberdir. (Enfal Suresi, 65-66)

Allah, yukarıdaki ayetlerde bildirdiği gibi, Peygamberimiz (sav) zamanında müminleri sıcak bir savaşın içinde oldukları için inkarcıların gözünde sayıca ve kuvvetçe daha kalabalık ve daha güçlü göstererek müminleri desteklemiştir. Çünkü Allah, müminlerin daima dostu ve yardımcısıdır. İnkar edenler ne kadar çok sayıda olsalar da, ne kadar büyük bir güce sahip olsalar da sonuçta tüm güç Allah'a aittir. Allah tek bir "Ol" emriyle dilediğini yapandır. Allah'a dayanıp güvenen, O'nun sonsuz kudretini, herşeye gücü yeten olduğunu takdir edebilen insanlar daima bunun rahatlığını yaşarlar.


15 Aralık 2014 Pazartesi

Müslüman Bütün Sevgisini ve Dikkatini Allah'a Yöneltir



İnsanların birçoğunun yaşamayı istedikleri ancak bir türlü bulamadıkları gerçek sevgi nasıl kazanılır?

Müslümanların Allah’a yönelik güçlü sevgileri nasıl olmalıdır?

Sayın Adnan Oktar Allah sevgisi hakkında hangi önemli açıklamalarda bulunmuştur?

Sevgi, yalnızca Kuran ile düşünüldüğünde gerçek şekliyle anlam kazanan bir duygudur. İnsanların birçoğu sevgiyi yaşadıklarını iddia ederler. Karşılarındakini sevdiklerini, değer verdiklerini söylerler. Oysa hayatlarına bakıldığında, yaşamları boyunca süreceklerini iddia ettikleri sevginin çok kısa bir zaman içinde tükendiği; sevgilerinin bittiği ve bu kişilerin karşılıklı olarak artık birbirlerini eskisi gibi sevmedikleri görülür. Bu durum bazı insanların gerek arkadaş sevgisi, gerek akraba, gerek iş arkadaşlığı gerekse ikili diyaloglarında hep bu şekilde gelişir. Bunun en önemli sebebi pek çok insanın sevgiyi, asıl yeri olan ruhta değil, fiziki ve maddi birtakım kavramlarda aramalarından kaynaklanmaktadır. Sevgi, fiziki görünüş, maddi imkanlar, sosyal çevre, ortak kültür, meslek gibi kavramlar devreye girdiğinde, gerçek anlamını kaybeder. Yerini bir tür çıkar birlikteliği veya çıkar arkadaşlığına bırakır. Boyutu ne olursa olsun, çıkarlara dayanan bu sözde sevgi ise her zaman için geçicidir.

İnsanların birçoğunun yaşamayı istedikleri ancak bir türlü bulamadıkları gerçek sevgi, ancak Kuran ile ve Allah’ın rızası doğrultusunda düşünüldüğünde yaşanabilir. Eğer insan Allah sevgisini yaşamadan sevgiyi bulma arayışına girerse, ne yaparsa yapsın amacına ulaşamaz. Çünkü gerçek olan tek bir sevgi vardır, o da Allah sevgisidir. İnsanın Allah’ın yarattıklarına, Allah’ın tecellilerine duyduğu sevgi, temelde Allah’ı sevmesinden kaynaklanır. Bir insana, bir çiçeğe veya canlı ya da cansız güzel bir başka varlığa yöneltilen sevgi, ancak temelinde Allah sevgisi varsa anlam kazanır. Bir Müslümanı severken ona gösterilen sevgi, aslında Allah’a yöneltilen sevgidir. Çünkü Müslümanları ruhlarındaki güzel özelliklerinden ve üstün ahlaklarından ötürü severiz. Onlarda gördüğümüz tüm özellikler ise, yalnızca Allah’ın birer tecellisidir. Dolayısıyla onları severken aslında temelde Allah’a karşı coşkun bir sevgi duyarız. Müslüman, Allah’ın sonsuz yaratma gücünü, tüm güzelliklerin tek ve gerçek sahibinin Rabbimiz olduğunu; merhametin, hoşgörünün, affediciliğin Allah’ın ahlakında sonsuz şekilde tecelli ettiğini, Allah’ın sonsuz akıl sahibi olduğunu, herşeyi mükemmel hikmetlerle yarattığını, tüm dünyanın ve yarattığı her canlının kaderini kusursuz şekilde var ettiğini ve Allah’ın sonsuz rahmet sahibi olduğunu düşündüğünde, Allah’a olan sevgisi artar. Allah’ı aşkla, şevkle, kul olma bilinciyle coşkuyla sever. Kendisini yaratan ve saymakla bitiremeyeceği kadar nimet veren, ona çeşitli güzellikler sunan sonsuz güç sahibi Rabbimiz’e çok derin bir sevgi duyar. Müminin Allah’a olan sevgisinde bir sınırı yoktur; Allah’ı sürekli artan bir imanla ve heyecanla sever.

Müslümanlar Allah’a ve Din Ahlakına Derin Bir Sevgiyle Bağlıdırlar

İnsan, Allah’a olan sevgisini, saygısını, Allah korkusunu, takvasını sürekli arttırması ile derinlik kazanır. Allah Kuran’ın birçok ayetinde Müslümanların dinde derin bir kavrayışa sahip olduklarını bildirmektedir. Bunun için insanın Allah’ın sonsuz gücünü ve kudretini çok iyi düşünüp kavramaya çalışması gerekmektedir. Mümin içten gelen samimi bir istekle, Allah’ın kadrini hakkıyla takdir edebilmenin ihtiyacını hisseder. Ruhu ancak Allah’ın varlığından ve Allah’a olan imanından dolayı güç bulur. Samimi bir Müslüman için Allah’ın ve dinin varlığı en büyük mutluluk vesilesidir. İnsan Allah’a olan sevgisinde, saygısında ve Allah’a karşı hissettiği saygı dolu korkuda, daima bir derinleşme isteği içindedir. Bu ihlaslı bir Müslümanın ruhunun doğal bir ihtiyacı olduğu için, bunu hissederek ve şevkle, Allah’tan ister. İnsan Allah’ın sonsuz gücünü gördükçe, yarattıklarına bakıp bunlardaki harikalıkları fark ettikçe Allah’a olan sevgi ve saygısındaki derinlik daha da artar. Dilediği herşeyi mükemmel yaratan Yüce Rabbimiz’in sonsuz mükemmellikte olduğunu düşünmek, sonsuz bir akla ve yaratma gücüne sahip olduğunu bilmek insanın Allah’ın sanatına olan hayranlığını artırır. 


Allah Kuran’da, “Elbette bunda ‘derin bir kavrayışa sahip olanlar’ için gerçekten ayetler vardır.” (Hicr Suresi, 75) ayetiyle derin bir kavrayışa sahip olmanın önemine dikkat çekmektedir. Din ahlakını derin kavramak ve yaşamak, insanın çevresindeki ayetleri daha iyi görebilmesini, Allah’ın yarattığı güzellikleri daha iyi fark edebilmesini, Allah’a daha güçlü bir sevgiyle bağlanmasını sağlar. Kavrayış derinliği ile, bunun insanın hayatına getirdiği güzellikler orantılıdır. İnsan, Allah’ın Kuran’da beğendiğini bildirdiği ahlakı ve Müslüman ruhunu ne kadar güçlü yaşarsa, ruh kalitesi ve hayatının anlamı da o oranda güzelleşir. Bunun için Allah’ı, Allah’ın yarattıklarını, Kuran’da dikkat çekilen olayları, örnekleri, dinin özünü, ahireti, dünyanın geçiciliğini ve Allah’ın bizim üzerinde düşünmemizi istediği konuları dikkatlice, samimiyetle, Kuran şuuruyla ve anlamayı Allah’tan isteyerek düşünmek gerekir. İnsan düşünürken detayları anlamaya, daha önce fark edemediklerini fark etmeye ve Allah’a hep daha fazla yaklaşmaya niyet etmelidir. Allah’ın bizlerden istediği gereği gibi derin düşünmek ancak bu şekilde mümkün olabilir.

Allah, insana sürekli olarak Kendisini razı edebilmesi için olanaklar yaratır. Rabbimiz müminlere, iman, hayatını şuurla yaşayacağı şekilde anlayış, Kuran’ı anlayacağı bir akıl, sevgi gücü vermektedir. Bu özellikler insanın Allah’a olan sevgisinde derinleşmesinin, Allah’ın üstün ahlakını daha derin, daha akıllı ve vicdanlı şekilde düşünüp takdir edebilmesinin yollarından birisidir. Allah sevgisi, tüm sevgileri kapsayan ve tüm sevgi çeşitlerinin temelinde olan sevgidir. İnsanın ruhuna en büyük zevki ve mutluluğu veren sevgidir. Allah’ın bizim sevmemiz için yarattığı Müslümanları, güzel varlıkları ve tüm güzellikleri sevmenin tek yolu, Allah’a karşı duyulan karşılıksız sevgidir. Allah’a derin bir sevgi duymayan, Allah’ın tecellilerini de sevemez.

Müslümanın Ruhunu Geliştirmesi ve Derinlik Kazanması Allah Sevgisiyle Olur


İnsanın yaşamak, hayatını devam ettirebilmek için nasıl yemeğe, suya ihtiyacı varsa aynı şekilde Müslümanın da ruhunu geliştirmesi için düşünmeye ve derinliğe ihtiyacı vardır. Tıpkı yaşamak için bedenin ihtiyacı gibi, ruhun da sağlıklı olabilmesi için sürekli tefekkür anlamında bir takviyeye, zenginleştirilmeye yönelmesi gerekir. Bunun için müminler Allah’ın ayetlerine, din ahlakına, Allah’ın rızasına bilinçli bir şekilde yönelirler. 

Şuur sahibi ve Allah’ın sonsuz büyüklüğünün farkında olan bir insanın hayatının her anına din hakimdir. Her düşüncesi, her hareketi Kuran ahlakı ve Allah’ın rızası doğrultusundadır. Aklında sürekli olarak, “Allah’a nasıl daha yakın olabilirim?”, “Allah’ın benden razı olması için kendimi nasıl geliştirebilirim?” düşüncesi vardır. 

Dindar ve samimi bir Müslüman her zaman mutludur, Allah’a olan imanından kaynaklanan bir heyecan ve şevke sahiptir. Nimetle de zorluklarla da denense, mutlaka kalbi Allah sevgisiyle dolu olarak Allah’a yönelir. Herşeyde çözümü sadece Kuran’da arar. Allah’a kavuşacağı ana kadar, Allah’a olan sevgisi sürekli artar. Ahirette ise bu sevgisinin güzelliğini sonsuza kadar yaşar.

Bazı İnsanların Nefse Ait Sevgiyi Allah Sevgisine Tercih Etmeleri Çok Büyük Bir Hatadır

Kuran ahlakını yaşamayan toplumlarda, Allah korkusu üzerine kurulu bir sistem olmadığı için insanların çoğu kötü ahlak göstermekte bir mahsur görmezler. Dolayısıyla etrafa verdikleri zararı düşünmeden sadece kendi istek ve tutkuları için herşeyi yapabilirler. Birbirlerine karşı saygısız, küstah, alaycı ve gaddar olmaktan sakınmazlar. Birbirlerini Allah’ın tecellisi olan, Allah’ın ruhunu taşıyan değerli insanlar olarak görmedikleri için kızmayı, aşağılamayı, üzmeyi makul görebilirler. Böyle kişiler bir tek kendi çıkarlarını düşündükleri için sevgiden ve merhametten çok uzak, fedakarlığın olmadığı bencilce bir yaşam sürerler. Sadece kendilerini sevdikleri için Allah sevgisinden kaynaklanan samimi sevginin ruha verdiği hissi bilemezler. Bu şekilde sevgisiz yaşamaktan da mutlu değillerdir. Fakat bu durumlarını değiştirmek için de bir çaba göstermezler. Oysa tek yapmaları gereken nefislerini tercih etmeyip Allah’a iman etmektir. Allah Kendisine iman edenlere mutluluk ve huzur vereceğini bildirmiştir. Kuran ahlakını yaşamayan insanların bilmedikleri sır işte budur: Allah canını ve malını Kendisi için veren ve ahireti isteyen müminlere gerçek sevgiyi ve saygıyı yaşatacak ve onları mutlu kılacaktır. Kuran’da müminlerin birbirlerinin velisi olduğu şöyle bildirilir:

“Gerçek şu ki, iman edenler, hicret edenler ve Allah yolunda mallarıyla ve canlarıyla cehd edenler (mücadele edenler) ile (hicret edenleri) barındıranlar ve yardım edenler, işte birbirlerinin velisi olanlar bunlardır...” ( Enfal Suresi, 72 )

Müminlerin Allah’a ve Allah’ın yarattıklarına karşı duydukları sevgiden kaynaklanan insan sevgisinin sonu yoktur. Sevgilerinde azalma olmadığı gibi, günden güne artar ve derinleşir. Karşılarındaki müminin kendilerine olan sevgisinden de şüphe duymazlar, çünkü onların da kendileri gibi Allah’ı çok sevdiklerini, kendilerine duydukları sevginin Allah sevgilerinden kaynaklandığını ve doğal olarak azalmadığını, aksine sürekli arttığını bilirler.





14 Aralık 2014 Pazar

İNSAN SESİ

İnsan sesi, çok çeşitli tonlamalar meydana getirmesi ile bugüne kadar yapılmış tüm müzik aletlerinden milyonlarca defa daha olağanüstü bir yapı ve işleyişe sahiptir.

24 Kasım 2014 Pazartesi

İman etmeyenlerin güçlerinin yetmediği bir ahlak: Sevgide kararlı olmak...




Dünyanın dört bir yanındaki insanlara sorsanız, her biri de kendince “sevgiyi ve sevmeyi çok iyi bildiklerini” ve “sevdikleri çok fazla insan olduğunu” söylerler. Oysa ki dünyada sevgiyi ve sevmeyi bilen insanların sayısı çok çok azdır.

İnsanların ‘sevgi’ zannettikleri bir duygu vardır elbette. Ancak geçen zaman, bunun sevgi olmadığını çok açık bir şekilde ortaya koyar.

Gerçek sevgi, pek çok denemeden geçtiği halde, hiçbir şekilde zedelenmeyen; zamana, zorluklara, eksikliklere, yanlışlıklara karşı dayanabilen ve sürekli olarak artan duyguya verilen addır.

Eğer bir insanın ‘sevgi’ olarak nitelendirdiği hisleri, bu sayılan özelliklerden uzaksa, o zaman bu duygunun adı ancak ‘geçici bir heves’, ‘geçici bir beğeni’ ya da ‘geçici bir ilgi’ ya da ‘bir çıkar heyecanı’ olabilir.

Ve böyle bir duygunun ‘sevgi’ olmadığının belirtileri de çok açıktır. Bu duyguyu yaşayan bir insan “Çok seviyorum” der, ama en küçük bir şeyde kolaylıkla ‘küser’. “Çok seviyorum” der, ama ‘çok kısa zamanda bıkar’. “Çok seviyorum” der, ama nefsine ya da menfaatlerine daha uygun bir durum oluştuğunda hemen ‘vazgeçer’. “Çok seviyorum” der, ama karşısındaki kişinin ‘en ufak bir aczini gördüğünde hemen yüz çevirir’. “Çok seviyorum” der, ama ‘çıkarlarıyla çatıştığında bu kişiyi hiç düşünmeden harcar’. “Çok seviyorum” der, ama herhangi bir durum oluştuğunda hiç terüddütsüz ‘gözden çıkarır’. “Çok seviyorum” der, ama sevdiği kişiye ‘bir iftira atılsa, hemen buna inanır’. “Çok seviyorum” der, ama uzak kaldığında ‘çok çabuk unutur’. “Çok seviyorum” der, ama ‘geçen zaman bu kişinin sevgisini yıpratır’. “Çok seviyorum” der, ama ‘zor zamanında bu kişinin zorluklarına ortak olup ona destekçi çıkmak yerine, onu kendi sıkıntısıyla başbaşa bırakıp kendi hayatını yaşar’.

Cahiliye toplumlarında sözde ‘sevgi’ adı verilen duygunun, aslında gerçek sevgi olmadığı insanlar arasında da çok iyi bilinen bir gerçektir. Önceki satırlarda sayılan, insanların sevdiklerini iddia ettikleri kişileri nasıl kolaylıkla gözden çıkarabildiklerini anlatan özellikler, toplumda çok iyi bilinen, meşhur tavırlardır. Hatta bu davranışlar, bu anlayıştaki insanlar için adeta birer kural gibidir. Atasözleri, deyimler ya da günlük deyişlerle insanlar bu kuralları çok sık dile getirirler. İnternet sayfalarında ‘sevgi’ adına yazılan yazılarda, kitaplarda, insanlar sayfalar dolusu listelerle, toplumda yaygın olarak yaşanan ve ‘sevgi’ adı verilen bu duygunun aslında ‘gerçek sevgi’ olmadığını çok açık bir şekilde ifade etmektedirler.

 “Gözden ırak olan, gönülden de ırak olur” ya da “Sev beni, seveyim seni” gibi sözler, insanların sevgiye olan bu çarpık bakış açılarını açıkça ortaya koymaktadır.

kuslardasevgiBu gibi çarpık mantıklar ve çarpık uygulamalar gerçekten seven bir insanda asla oluşmaz. Gerçek sevginin en önemli göstergelerinden biri, bir kişinin sevgisinde olan kararlılığıdır. Hayatında olup biten hiçbir şey, çevresinde gelişen hiçbir olay, sevdiği insanın tavırlarında, duygularında ya da düşüncelerinde meydana gelen hiçbir değişiklik bu insanın sevgisine olumsuz bir etki yapamaz. Gerçek sevgi, herşeye karşı dirençlidir. Öyle ki olumsuzluklar dahi, bu kişinin sevgisini güçlendiren, artıran, coşturan, derinleştiren unsurlardır. ‘Küsme, darılma, kızma, kinlenme, bıkma, vazgeçme, harcama, gözden çıkarma, zorlukta, darlıkta sevdiğini yanlız bırakma, terketme ya da unutma’ gibi tavırların böyle bir sevgi anlayışında yeri yoktur.

Çünkü ‘gerçek sevgi’ Allah sevgisine dayalıdır. Ve bu sevgi anlayışı ancak imanın ve Kuran ahlakının yaşanması ile kazanılabilmektedir.Allah bir ayette iman edip salih amellerde bulunanlara Kendi Katından bir sevgi kılacağını şu şekilde bildirmiştir:

İman edenler ve salih amellerde bulunanlar ise, Rahman (olan Allah), onlar için bir sevgi kılacaktır. (Meryem Suresi, 96)

Dolayısıyla gerçek sevgi, Allah'ın ancak iman eden kullarına nasip ve lütuf ettiği bir nimettir.

Sevgisi, Allah sevgisine ve imana dayalı olan bir insan, asla sevdiğine vefasızlık, sadakatsizlik göstermez. Ve onun bu sevgisi, soy, ırk gibi yakınlıklara ya da herhangi bir çıkara dayalı değildir. Paranın, makamın, kültürün ya da maddi değerlerin de hiçbir önemi yoktur. Bu nedenle de ne değişen şartlar, ne acizlikler, ne de çıkar beklentileri gibi dünyevi ölçüler, böyle bir sevgiyi asla zedeleyemez. Müminin Allah'a olan derin aşk, coşkulu sevgi ve yaşadığı güzel ahlak, beraberindeki insanlara karşı da sevgiyi sürekli olarak besleyen, geliştiren ve artıran bir zemin oluşturur.


Güzel bir erdemi sözlerle anlatıp yüceltmek kolaydır. Önemli olan, bunları uygulamak söz konusu olduğunda irade gösterebilmektir.




Çoğu insanda rastlanabilen önemli bir özellik vardır: Konuşmak söz konusu olduğunda, pek çok insan bir konu hakkında olabilecek en güzel sözleri söyler; en doğru, en akılcı tavırlarda bulunmak gerektiğini anlatırlar. Olması gereken en iyi ahlakın ne olduğu hakkında hiçbir detay atlamadan en mükemmel sözleri söylerler. Kendilerinin de, bu en iyi, en doğru, en güzel ve en mükemmel olanı yapmayı hedeflediklerini ve bunda da çok kararlı ve istekli olduklarını anlatırlar.

Ancak çoğu zaman, bu anlatılanları uygulamak söz konusu olduğunda, aynı insanlar sözlerindeki istek ve kararlılığı nedense tavırlarına yansıtamazlar. Bir anda en doğru, en iyi ve en mükemmelden kolaylıkla tavizler verirler. Kısacası sözleriyle tavırları birbirini tutmaz. Kimi zaman tavırlarında, sözlerinde anlattıklarından hiç eser dahi yoktur.

Aslında her insan, bir konuda yapılması gereken en doğru ve en isabetli tavrın ne olduğunu bilecek şekilde yaratılmıştır. Allah her insanın vicdanına en iyiyi ve en doğruyu ilham eder. Dolayısıyla her insan, her şartta yapılması gereken en güzel tavrın ne olduğunu bilmektedir. Ve istediği takdirde, vicdanının kendisine gösterdiği bu doğruluğu, sözlerine de en mükemmel şekilde yansıtabilir.

Ancak işte insanın içten içe bildiği bu doğruları bir de uygulama safhası vardır. Bu noktada insan yine vicdanıyla başbaşa kalır. Çok iyi bildiği doğrular ile, nefsine ve çıkarlarına daha uygun olan tavırlar arasında bir tercih yapmak durumundadır. Ve çoğu insan bu noktada, doğrulardan yana değil, kendi isteklerinden, rahatından ve menfaatlerinden yana tavır koyar. Öncesinde iyilikten yana ne kadar istekli, kararlı ve şevkli olursa olsun, uygulama anı geldiğinde, bu yüksek ahlakı hayata geçirmede irade gösteremez.

İnsanlarda görülen bu ahlak eksiklikliğine dair günlük hayatın içinden pek çok örnek vermek mümkündür. Örneğin her insan, zor durumda kalan muhtaç birine yardım edilmesi gerektiğini bilir ve bunu tüm ayrıntılarıyla vurgulayarak savunur. Hatta bu kimseler, bu ahlakı uygulamayan insanlar hakkında ciddi şekilde kınayıcı açıklamalar yaparlar. ‘Kendileri söz konusu olsa, mutlaka mazlumdan yana tavır koyacaklarını’ anlatırlar. Ancak aynı şartlar kendi başlarına geldiğinde, bu erdemli tavır konusunda irade ve kararlılık gösteremezler.

Sözgelimi trafikte kazayla bir yayaya çarptıklarında, ya da bir başkasının çarpıp kaçtığı yaralanmış bir kimseyi gördüklerinde, çok hızlı bir ‘nefis, menfaat ve vicdan muhasebesi’ yaparlar. Bu yaralı insana sahip çıkmanın kendilerine getireceği zarar ve tehlikeleri düşünür ve vicdanen üzerlerine düşen sorumluluktansa, kendi açılarından oluşacak riskleri daha önemli görürler. Ve hiç tereddüt etmeden bu kişiyi sokak ortasında bırakıp giderler.

Aynı şekilde dürüstlüğün öneminden bahsetmek söz konusu olduğunda, hemen her insan bu konuda da çok çarpıcı açıklamalarda bulunurlar. Ama hayatlarının pek çok aşamasında, bu konudan da kolaylıkla taviz gelincikpapatyaverebilirler. Örneğin yakın bir dostlarını korumak söz konusu olduğunda, tanımadıkları bir kişinin ezilmesine hiç düşünmeden göz yumabilirler.

İnsanların çoğu zaman büyük bir kararlılıkla konuşup, sonrasında kararlılık gösteremedikleri konuların bir kısmı da genellikle kendileriyle ilgilidir. Kişiliklerindeki, ahlaklarındaki ve tavırlarındaki yanlışlıklar hakkında çok net konuşmalar yaparlar. Bunların yanlışlığını ne kadar iyi gördüklerini belirtir, kendilerini değiştirmeleri gerektiğini anlatırlar. Eksik yönlerinin yerine uygulayacakları güzel davranışları bütün detaylarıyla açıklarlar. İlk fırsatta, bambaşka bir insan olarak, en güzel ahlakı ve en mükemmel kişiliği göstereceklerini anlatırlar. Hatta yakınlarına bu konuda çok samimi ve yürekten sözler verirler. Ancak bu noktada da, çoğu insan anlattığı doğruları hayata geçirme konusunda kararlılık gösteremez.

Örneğin kumar ya da içki alışkanlığından dolayı hayatı perişan olan, büyük borçlar altına giren, sahip olduğu herşeyi kaybeden, çevresinde dostu yakını kalmayan bir insan, büyük bir pişmanlıkla bu bağımlılıklarını kesin olarak terk edeceğini anlatarak insanların affediciliğine sığınır. Ancak bu alışkanlıklarına geri dönebileceği imkanları ilk elde ettiği anda, verdiği bütün sözleri unutarak, koşarak eski hayatına döner.

Aynı şekilde söylediği yalanlar dolayısıyla başına tehlikeli işler açan bir insan, yaptığının yanlışlığını görerek, yalanın kötülüğü üzerine çok samimi konuşmalar yapar. Bir daha yalan söylememek için gerçekten de ciddi kararlar alır. Ancak nefsiyle ilk çatıştığı ve ilk zorlandığı anda tekrar hemen yalana sığınır.

Bunun gibi, çok sinirli olan bir insan da her ne kadar zorlayıcı bir ortamla karşılaşırsa karşılaşsın asla sinirlenmemeye gayret edeceğine söz verir. Ya da çok kibirli, ben merkezci ve kendinden başkasının sözüne uymayan, herkesin yalnızca kendisine saygı duymasını isteyen ters mizaçlı bir insan da, bu kötü huylarını kesin olarak terk edeceğini anlatır. Bunların kötülüğünü ve bunun yerine uygulanması gereken güzel ahlakın önemini dile getirir. Benzer şekilde tartışmacı bir insan da, karşısına ne tür bir durum veya ne tür insanlar çıkarsa çıksın, kimseyle iddialaşmayacağına, tartışmayacağına, alttan alıp hoşgöreceğine, yatıştırıcı bir ahlak sergileyeceğine söz verir. Ve tüm bu örneklerdeki insanlar, yanlış olan bu tavırlarından sıyrılıp güzel ahlak gösterme konusunda ne kadar şevkli olduklarını samimiyetle dile getirirler. Ancak ne var ki, yine uygulama anı geldiğinde, insanlar sanki bu samimi analizleri hiç yapmamışçasına kendi kişiliklerini tüm eksiklikleriyle tekrardan ortaya koyarlar.

İşte tüm bu örneklerde anlatılan insanların, uygulamada başarısız olmalarının önemli bir sebebi vardır: ‘Allah korkusunun eksikliği’...

Bir insanın, kötü olanı terk edip, bunun yerine iyi olan tavrı istikrarlı ve kararlı bir şekilde uygulamasını sağlayabilecek şey, yalnızca insanın ‘Allah'tan içi titreyerek saygıyla korkup sakınması’dır.

Aksi takdirde insanları kendi çıkarlarını tercih etmelerinden alıkoyabilecek, kendi nefislerinin istekleri doğrultusunda hareket etmelerini engelleyebilecek itici bir güç yoktur. Konuşmak her insan için çok kolaydır. Hatta çoğu zaman o kişiyi insanlar arasında yüceltecek bir fırsattır. Bu nedenle her insan ‘iyiliğin ne olduğu’ konusunda çok çarpıcı konuşmalar yapabilir. Ama mühim olan ‘sadece konuşan değil, aynı zamanda da uygulayan insan olabilmek’tir.

Allah Kuran'da ‘uygulamada kararlılık gösterebilme’nin daha hayırlı olduğunu şöyle bildirmiştir:

İtaat ve maruf (güzel) sözdü. Fakat iş, kesinlik ve kararlılık gerektirdiği zaman, şayet Allah'a sadakat gösterselerdi, şüphesiz onlar için daha hayırlı olurdu. (Fussilet Suresi, 21)

Ey iman edenler, yapmayacağınız şeyi neden söylersiniz? Yapmayacağınız şeyi söylemeniz, Allah Katında bir gazab (konusu olması) bakımından büyüdü (büyük bir suç teşkil etti). (Saf Suresi, 2-3)

Allah her insana doğruyu ilham etmektedir. Ancak nefis ve şeytan, doğruyu uygulamaktan alıkoymak için insanı türlü bahanelerle kandırmaya çalışır. İnsanın iyiyle kötü arasında karar vermesini gerektiren kısa bir an vardır. İşte o anda, içinde bir yerlerde bir ses kendisine, “Şöyle yap” diye iyi olanın ne olduğunu mutlaka hatırlatır. Nefsi de diğer yandan ona, “Ama bu daha önemli” diyerek insanı kötü olana çağırır. İnsan o anda hızla bir karar verip bu seslerden birini seçer. İşte Allah'tan çok korkan insan, vicdanından gelen sesi duymazdan gelemez. Nefsi ne kadar zorlarsa zorlasın, o anda kendi menfaatlerini ezmekten dolayı canı ne kadar yanarsa yansın, mutlaka vicdanının gösterdiği doğruyu uygular.

Kuran'da müminlerin bu derin Allah korkuları ve bunun sonucunda ulaştıkları güzel ahlak şöyle haber verilmiştir:

Ey iman edenler, Allah’tan korkup-sakınırsanız, size doğruyu yanlıştan ayıran bir nur ve anlayış (furkan) verir, kötülüklerinizi örter ve sizi bağışlar. Allah büyük fazl sahibidir. (Enfal Suresi, 29)

Sen ancak, zikre (Kur’an’a) uyan ve gayb ile Rahman olan (Allah’)a (karşı) içi titreyerek korku duyan kimseyi uyarırsın. İşte böylesini, bir bağışlanma ve üstün bir ecirle müjdele. (Yasin Suresi, 11)

Mü’minler ancak o kimselerdir ki, Allah anıldığı zaman yürekleri ürperir. O’nun ayetleri okunduğunda imanlarını arttırır ve yalnızca Rablerine tevekkül ederler.(Enfal Suresi, 2) 

(Öyle) Adamlar ki, ne ticaret, ne alış-veriş onları Allah’ı zikretmekten, dosdoğru namazı kılmaktan ve zekatı vermekten ‘tutkuya kaptırıp alıkoymaz’; onlar, kalplerin ve gözlerin inkılaba uğrayacağı (dehşetten allak bullak olacağı) günden korkarlar. (Nur Suresi, 37)




'Düz akıllı insan' değil, 'aklını iyi kullanan insan' olmak önemlidir...



Bazı insanlar vardır, gerçekten de çok akıllıdırlar. Çok hızlı kavrayabilme, konuların grift noktalarını hemen fark edebilme, bir olayın küçük bir parçasından bütününü görebilme gibi önemli yeteneklere sahiptirler. Zeki ve akıllı olduklarının farkında oldukları için de, bu özelliklerini istedikleri yerde ve istedikleri şekilde kullanırlar.

Oysa insan ne kadar akıllı olursa olsun, ‘aklın iyi kullanılabilmesi’ de, en az ‘akıllı olmak’ kadar önemli bir konudur. Ancak bazı insanlar, bu detay gibi görünen, ama aslında çok önemli bir ahlak özelliği olan konunun tam olarak farkında değillerdir.


Halbuki eğer insan, aklını nasıl kullanması gerektiği konusunda özel bir özen göstermezse, ortaya ‘düz akıl’ olarak tanımlanabilecek bir akıl şekli çıkar. Bu düz akılda kişiler, akıllarını gelişigüzel şekilde kullanırlar. Örneğin önemli bir şeyi fark ederler; bunu hemen dile getirirler. Bir riskle karşı karşıya olduklarını görürler; konuyu hemen deşifre ederler. Herkesin fark edemediği bir şeyi analiz eder ve bunu da hiç düşünmeden karşılarındaki kişiye aktarırlar. Tavırlarındaki bu düşünmeden hareket etme ve acelecilik ise, elbetteki ‘akıllarına ve teşhislerine olan güvenlerinden’ kaynaklanmaktadır.


Oysa ki akıl, tek başına ne kadar güzel bir erdem olursa olsun, yine de aklın diğer güzel ahlak özellikleriyle birleştirilmesi gerekir. İnsanın sadece ‘doğruları - yanlışları’ görebilmesi, sorunların çözümlerini bulabilmesi, isabetli teşhisler yapabilmesi ‘güzel bir ahlak için’ yeterli değildir. Tüm bu tavırların her birinde, diğer insani özelliklerin de devreye girmesi; her konunun şefkatle, merhametle, saygıyla, sevgiyle, hoşgörüyle halledilmesi hayati önem taşır. İşte insan ancak aklını bu özelliklere de önem vererek kullandığında gerçek anlamda ‘akıllı bir insan’ olarak nitelendirilebilir.


Akıllı bir insanın en önemli özelliklerinden biri ise, ‘her gördüğünü, her bildiğini, her teşhis ettiğini ve her doğruyu düşünmeksizin dile getirmemesi’dir. Akıllı insan, ‘ne zaman, nerede, ne şekilde konuşması gerektiğini en iyi bilen insan’ olmalıdır. Söylenecek her sözün, -ne kadar doğru ve önemli olsa da- insanlar üzerinde yapacağı etkiyi hesap edebilmelidir.


Örneğin çabuk telaşa kapılabilecek kişilikteki bir insanın yanında, ani ve riskli bir gelişmeyi sansasyonel şekilde dile getirmek, akıllı bir insanın yapmayacağı bir tavır olmalıdır. Ya da ani heyecan sonucunda, tansiyonu yükselip sağlık açısından problem yaşayabilecek birine, önemli bir haberin dümdüz bir üslupla haber verilmesi doğru değildir. Bu kişiyi en az heyecanlandıracak, en yatıştırıcı etkiyi yapacak sözlerin, birer birer özenle seçilip, konuşmanın bu akılcılıkla yapılması gerekir. Aynı şekilde, her ne kadar doğru da olsa, bir gerçeği olumsuzdan başlayarak konuşmanın, insanların kalbinde burkuntu oluşturabileceğini de tahmin etmek gerekir. Aynı gerçeği, olumlu yönlerini vurgulayarak dile getirmek, güzel ahlakın ve akılcılığın bir gereğidir. Bazen de, hemen herkesin gördüğü, ancak nezaket ve güzel ahlakın gereği olarak açıkça dile getirilmeyen bazı gerçekler olur. İşte aklını iyi kullanmayan kimi insanlar, bu gerçekleri sanki ilk kez kendileri keşfetmişçesine, hemen gündeme getirip konu ederler. Bu durumun farkında olan diğer insanların, hangi hikmetlerle bunları dile getirmediklerini ise hiç düşünmezler.


Oysa ki çoğu zaman, bazı şeyleri çözümlemenin yolu, bunları gelişigüzel üsluplarla açığa vurmak değildir. Bir konuyu hallederken, o konuya dahil olan tüm insanların psikolojilerinin ayrı ayrı gözden geçirilerek, her birine en olumlu etkiyi yapacak yaklaşımlar seçilerek hareket edilmelidir. Bazen bir konudaki sorunu dile getirmektense, bundan hiç bahsetmeyip doğrudan çözümün anlatılması çok daha yerinde olabilir. Ya da aynı eksikliklerin, kusurların ya da hataların sürekli gündem yapılmasındansa, bunların telafisi olacak tavırların teşvik edilmesi kişilere daha yapıcı bir bakış açısı getirebilir.


Bunun yanı sıra bir insanın konuşmasında geçen tek bir kelime bile karşı taraf üzerinde çok olumsuz etki oluşturabilir. Bazen güzel bir iltifatın ya da sevgi sözcüğünün arasında yer alan özensizce seçilmiş bir kelime dahi, iltifat edilen kişide, sevinç ve mutluluk yerine, şüphe ve tedirginlik oluşmasına yol açabilir. Dolayısıyla bir insan eğer akıllı ise, her sözünü, sahip olduğu aklın süzgecinden geçirip eleyerek konuşmalıdır. Her kelimenin, her vurgunun, her ses tonunun insanlar üzerinde nasıl etkileri olacağını hesap ederek ilerlemelidir.


Örneğin bir doktor, uzman olduğu konuda yaptığı teşhislerden de emindir. Ama bunu dile getirirken bu doktorun, muhatap olduğu hasta olan kişiye karşı belirli bir insaniyet, nezaket ve akılcılıkla yaklaşma sorumluluğu da vardır. Sözgelimi bu hasta kanser tedavisi görmektedir ve birkaç haftalık ömrü kalmış olabilir. Ama herkesin çok iyi bildiği gibi, bu gerçeği dile getirecek olan insanın, hastalığı teşhis edebilecek yeteneklerinin yanında, pekçok insani özelliğe de sahip olması ve hastaya durumunu, olabilecek en insaniyetli üslupla aktarması gerekir.



Dolayısıyla, bir şeyi iyi bilmek ya da doğru olanı fark edebilmek, kişiye, onu en düz ve özgür şekilde ifade etme ya da her aklına geleni konuşma özgürlüğü de getirmemelidir. Asıl akıl alameti, insaniyet, merhamet, itidal, hoşgörü, sevgi, saygı gibi ölçüler içerisinde, pek çok detayı birarada düşünerek konuşmaktır. Gerçek anlamda akıllı insan da işte aklını, bu detaylarla birlikte kullanabilen insandır. 




12 Kasım 2014 Çarşamba

ALLAH ENANİYET YAPAN İNSANIN AKLINI VE GÜZELLİĞİNİ ALIR


Allah Enaniyet Yapan İnsanın Aklını Ve Güzelliğini Alır


Enaniyet niçin insanın aklını örter?

Aklı örtülen bir insanın ruh hali nasıldır?

Enaniyet fiziksel görünümde nasıl bir tahribat meydana getirir?

İnsan biraz düşünse, bu dünyaya kendi iradesiyle gelmediğini, ne kadar kalacağını bilmediğini, sahip olduğu fiziksel özelliklerin kendi seçimiyle kendisine verilmediğini rahatlıkla görür. Kendi bedeni de dahil olmak üzere sahip olduğu herşeyin geçici olduğunu ve sonunda yok olacağını anlar. Bütün bunlar bu kişinin tümüyle aciz olduğunun, hiçbir şeyin, hatta en çok sahiplendiği şeylerin bile gerçekte kendisine ait ve kendi kontrolü dahilinde olmadığının en açık delillerindendir. Biraz daha derin düşününce bu deliller çoğaltılıp çeşitlendirilebilir. Bu gerçekler karşısında insanın enaniyet yapmasının ne kadar küçük düşürücü, akıl dışı ve mantıksız bir tavır olacağı ortadadır. Fakat insanların çoğu bu kadar basit gerçekleri bile düşünemeyecek ya da unutacak bir bilinçsizlik içinde yaşamaktadırlar. İşte bu sebeptendir ki, günümüzde az veya çok, enaniyet yapmayan bir kimseye rastlamak oldukça zordur.

Halbuki Allah’ın büyüklüğünü, herşeyi yoktan var ettiğini, insanlara sahip oldukları bütün imkan ve özellikleri verenin O olduğunu, dilediği anda hepsini geri alabileceğini, tüm canlıların ölümlü olduğunu, tek baki kalanın (varlığının sonu olmayan) da Allah olduğunu bilen ve sürekli bunun şuurunda olan bir insanın, kibirli ve azgın bir tavır içinde olması mümkün değildir. Ancak bunları kavrayamayan, eksikliklerini, acizliklerini ve ölümlü olduğunu unutan bir insan böyle bir şeye cüret edebilir. İşte bu mantık içinde olan kişinin aklı zamanla örtülür.

Enaniyetli kişide konuşma bozukluğu dikkati çeker. Rahat, akıcı ve samimi konuşamaz. Bu tür insanlar akıllarını beğendikleri için, mantık örgüleri çok bozuk olur. Samimi ya da hikmetli konuşmak yerine, kusurlarını örtecek şekilde süslü ve güzel konuşma yapma, hatalarının ortaya çıkmasını engelleme ya da insanların hoşnutluğunu kazanma amacıyla konuşurlar. Bu yüzden de kurdukları her cümle hem akılsızca olur, hem de dürüst olmadıkları rahatça anlaşılır. Özellikle de nefisleri köşeye sıkıştığı zaman, yani hataları ortaya çıktığında veya hoşlanmadıkları bir hatırlatma yapıldığında bu sayılan özellikler çok daha yoğun olarak kendini gösterir.

Hasta ve Bozuk Bir Ruh Haline Sahiptirler

Normal bir insanın açık, dışa dönük, samimi ve ferah bir hali varken, bu kişilerde karanlık ve bozuk bir ruh hali vardır. Bir gurur ve aldanma içinde olan bu kişilerin iç dünyası, stresli, korkularla kaplı, ince hesapların yapıldığı, kafanın küçük küçük içten pazarlıklarla dolu olduğu, zifiri karanlık bir dünyadır. Böyle bir hal kişiyi yıpratır ve yaşlandırır; ruh sağlığını da fazlasıyla bozar.

Ruhi açıdan diğer insanlardan zayıf olan bu kişiler, soğuk olurlar. Onlardan güzel bir mimik, sevgi alameti, takdir görmek veya teşvik edici bir söz duymak neredeyse mümkün değildir. Bulundukları ortamda gülmek, eğlenmek çok zordur. Özellikle erkeklerde ani saldırganlıklar, parlamalar çok yaygındır. Kadınlarda ise enaniyet, huzursuz ve gergin bir yapı ile kendini gösterir. Bundan dolayı bulundukları ortamda hava sürekli gergindir, en ufak bir konuyu bahane ederek problem çıkartabilirler.

En Büyük Korkuları Hata Yapmaktır

Büyüklük gururu içinde olan kişilerin bütün hareketleri ve düşünceleri, insanların gözünde değer kazanıp üstün olmaya göre ayarlıdır. Bu yüzden de hata yapmaktan çok korkarlar. Zira hata yapınca küçük düşeceklerini, insanların gözünde değer kaybedeceklerini düşünürler. Kendilerinden garip bir şekilde emindirler ama eminliklerinin yanında sürekli olarak hatalı bir tavırda bulunma ihtimalinin endişesini yaşarlar. Kendilerini her türlü hatadan soyutlamaya çalışırlar; hiçbir hatayı kendilerine yakıştırmaz ve kabul etmezler. Asla hata yapmayacaklarını düşünürler. Sürekli olarak her konuda kendilerini temize çıkarmaya çalışırlar. Bir ayette bu tür kimseler hakkında şöyle bildirilir:

Kendilerini (övgüyle) temize çıkaranları görmedin mi? Hayır; Allah, dilediğini temizleyip yüceltir. Onlar, ‘bir hurma çekirdeğindeki iplikçik kadar’ bile haksızlığa uğratılmazlar. (Nisa Suresi, 49)

Öte yandan bu kişilerle aynı ortamı paylaşan diğer insanlar da, onların yanında hata yapmaktan çekinirler. Çünkü başkalarının hatalarını çok büyütür ve sık sık dile getirirler. Hata yapan kişilere karşı acımasız, alaycı ve küçümseyen bir tavır gösterirler. Çünkü diğer insanların hataları dışa vurulup, gündeme geldikçe kendi hatasızlıkları ortaya çıkacaktır. Bu tutumlarından dolayı da, kimse yanlarında rahat edemez; herkes onlarla beraber olmaktan huzursuzluk duyar. Bu tip kişiler etraflarında sürekli negatif bir hava oluştururlar.

Enaniyetli insanlar bahsedilen nedenlerden ötürü hiçbir zaman samimiyeti tadamazlar. İnsanlara karşı hep uzak ve içten pazarlıklı davrandıkları için böyle bir zevkten mahrum kalırlar. Dolayısıyla hem kendileri kimseye samimiyet gösteremezler, hem de başkaları onlara samimi davranamaz. Çünkü her an samimi hareketleriyle, hatalarıyla, doğal eksiklikleriyle veya zevk ve eğlenceleri ile alay konusu olmaktan korkarlar. İşte bu kötü ahlakları, ellerindeki gücü veya serveti kaybettikleri anda yalnız kalmalarına sebep olur. Ancak unutmamak gerekir ki, kendilerini en kudretli zannettikleri zamanlarda bile, Kuran ahlakından uzak karakterleri sebebiyle manevi yönden yalnızdırlar.

Kibirli bir kişi ile Allah’a teslimiyetli bir mümin kıyaslandığında, aralarında fiziksel ve ruhsal bir farklılık olduğu hemen göze çarpar. Özellikle yaş ilerledikçe söz konusu fark inkar edilemez hale gelir. Enaniyetli insan bu şekilde en büyük zararı kendine vermiş olur. Oysa müminler Allah’a teslim olmanın ve kadere inanmanın getirdiği ruh hali ile son derece neşeli, rahat ve huzurlu bir hayat sürerler. Doğal yaşlanma belirtileri elbette onlarda da görülür. Ama bu belirtiler enaniyetin getirdiği stresin ve karanlık ruh halinin etkisiyle meydana gelen çöküntüden çok farklıdır. Böylece müminler hem dünyada rahat ve kazanç içinde olurlar, hem de ahirette güzel bir hayat yaşarlar.

Eleştiriye Tahammül Edemezler

Eleştirilmek, kibirli ve gururlu insanların hiç hoşlanmadıkları bir durumdur. Kendilerine eleştiri yapıldığında ya da hataları söylendiğinde el ve yüz kaslarının gerildiği, mimiklerinin donuklaştığı görülür. Prestijlerini kaybetme endişesiyle sanki “dünya başlarına yıkılmış” gibi olurlar. Kendileri başkalarının hatalarını alaycı ve kibirli bir gözle değerlendirdiklerinden, başkalarının da kendilerine alaycı bakacağını, küçümseyeceğini düşünürler. Bir konuda eleştiri yapıldığında veya öğüt verildiğinde herkesin önünde küçük düştüklerine inanırlar. Böyle bir ruh hali yalnız manevi olarak değil, fiziksel olarak da etkilenmelerine sebep olur. Mimiklerinin doğallığı bozulur, ses tonlarında ani iniş çıkışlara rastlanır, doğal hallerinde bulunmayan “tikler” ortaya çıkar. Böylelikle maddi ve manevi yönden şiddetli bir sıkıntı ve kasılma hali yaşarlar. Bu hal içerisinde rahatlığı, huzuru bir türlü yakalayamazlar.

Herşeyden önce “en güzel”, “en akıllı”, “en kaliteli” olma gibi bir iddia ile yola çıkmışlardır. Bu da onları sürekli olarak sıkan, baskı altına alan bir konudur. Kendilerini bu derece üstün ve kusursuz gördükleri (daha doğrusu göstermeye çalıştıkları) için doğal olarak en ufak bir hatırlatma onları öfkeye kaptırabilir. Ancak, bu insanların unuttukları önemli bir nokta vardır: Kendilerini insanlara karşı hatasız, mükemmel göstermeye çalışabilirler. Bunda kimi zaman başarılı da olabilirler; etraflarındaki pek çok kişi onların gerçek manada kusursuz insanlar olduklarını düşünebilir. Ama ahiret günü yaptıkları tüm hatalar (ayırt edilmeksizin) tek tek karşılarına çıkacaktır. Çünkü “... onlar, Allah’ın gizli tuttuklarını da, açığa vurduklarını da bildiğini bilmiyorlar mı?” (Bakara Suresi, 77) ayetinde ifade edildiği gibi, nefislerine ilişkin her detayı üstün kudret sahibi Allah bilmektedir. Onlar ise, insanları aldatmaya çalışırlarken son derece akılsız duruma düşmüş, Rabbimiz’i ve hesap gününü unutarak yalnız kendilerini aldatmışlardır.

Enaniyet, Kişinin Bedeninde Müthiş Bir Tahribat Oluşturur

Enaniyet, bir kişinin sürekli olarak dış dünyaya karşı temkinli davranmasına sebep olduğundan insanda bir müddet sonra yoğun bir stres meydana getirir. Hata yapma, eleştiri alma, küçük düşme, prestij kaybetme, ön plana çıkma, üstün olma, enaniyetini yaptığı şeyleri kaybetme gibi kaygılar kişiyi çok yorar, sürekli dikkatli olmasını gerektirir. Bu da stresin meydana gelmesi için ideal bir ortam oluşturur. Dolayısıyla enaniyetli bir insanın yüz ifadesi ve hali, tevazulu, tevekküllü bir insanınkinden çok farklıdır.

Stres içinde geçirdikleri hayatlarıyla enaniyetli kişiler, çevreye verdikleri zarardan çok daha fazlasını kendi bedenlerine verirler. Ama çoğunlukla bu durumun farkına varamazlar. Dışarıya karşı hep en iyi ve en üstün görünmek istedikleri için, kafalarında büyük bir baskı vardır. Bunun belirtilerini tüm vücutlarında görmek mümkün olur.

Ruhlarındaki huzursuzluk, bedenlerinde çeşitli etkilerle ortaya çıkar. Örneğin saçları zor uzar, mat ve cansız olur. Ciltleri parlaklığını yitirmiştir, kuru ve yaşlanmaya müsaittir. Yaşlılık etkileri çok fazla görülür. Ani kırışmalar olabilir. Ağızda kuruluk olur. Fiziki anlamda gösterişli bir insan bile olsalar, dikkatli bakıldığında bedenlerinde bir iticilik göze çarpar. Gözlerinin canlılığı gitmiştir, bakışları donuk olur. Yüz kaslarının kasıldığı, doğal olmadığı çok rahat anlaşılır. Enaniyetin etkisiyle kadınların ciltlerinde anlaşılmayan bir şekilde erkeksileşme görülür; ciltleri kalınlaşır, tüylenir, damarları çıkar, ellerindeki kemikler belirginleşir. Yine ciltlerinde genel bir sararma hakim olur.

Enaniyetli insan fiziki anlamda güzel ve gösterişli olsa bile, kibirden ve akıl eksikliğinden kaynaklanan bedeni bir “kavrukluk” hemen göze çarpar. Ancak bunun yanında samimi ve tevazulu bir mümin, orta bir güzellikte bile olsa imanın etkisiyle göze çok hoş ve heybetli gelir.

Enaniyetin kişinin fizik görünümüne yaptığı bu etkiler, iç organlarında da hasara yol açar. Kibirden kaynaklanan yoğun stres, tıpkı içki, sigara gibi etkisini yavaş yavaş gösterir ve sonunda önemli problemlere yol açar. Stresin birçok hastalığa sebep olduğu, uzmanlar tarafından da hemfikir olunan bir gerçektir. En çok görülen sonucu, mide ve  baş ağrıları şeklindedir. Diğer iç organlarda da bu ve benzeri birçok hasar meydana gelir. Elbette tüm bunlar bu kişilere dünya hayatında verilen belalardır. Bu kişilerin kendilerini düzeltmedikleri takdirde ahirette görecekleri karşılık ise çok daha büyük olacaktır.




ALLAH RIZASINI KAZANAN İNSAN DÜNYADAKİ EN BÜYÜK ZEVKİ KAZANMIŞTIR





Allah'ın Rızasını Kazanan İnsan Dünyadaki En Büyük Zevki Kazanmıştır


Herkesin çok yakından bildiği güzel duyguları sürekli olarak yaşamak mümkün müdür?

Mutluluğun sürekli olması için ne yapmak gerekir?

Yüce Allah’ın kullarına bah-şettiği en güzel duygular arasında mutluluk ve zevk almak gelir.

“Hani İmran’ın karısı: “Rabbim, karnımda olanı, ‘her türlü bağımlılıktan özgürlüğe kavuşturulmuş olarak’ Sana adadım, benden kabul et. Şüphesiz işiten bilen Sensin Sen” demişti.” (Ali imran Suresi, 35) ayetinde haber verildiği gibi Allah’ın salih kulları olan müminler için, ‘Allah’ın rızası’ hayatlarının asıl amacı ve en büyük zevkidir.

Müminler, kendilerini yoktan var edip, istedikleri herşeyi kendilerine verenin, herşeyin gerçek sahibinin ve tek hakiminin Allah olduğunu, tüm olayların O’nun dilemesiyle gerçekleştiğini, O’nun hem rahmet hem de azap sahibi olduğunu çok iyi bilen insanlardır. Bu yüzden müminlerin Allah’a olan bağlılıkları, tevekkülleri ve sevgileri çok güçlüdür.

Müminler hayatları boyunca yalnızca Allah’a ibadet eder, yalnızca O’ndan yardım dilerler (Fatiha Suresi, 4) ve O’ndan başka hiç kimseden korkmazlar. Allah’a karşı duydukları bu güçlü sevgi ve bağlılıklarından dolayı Allah’a karşı daima şükredici bir tavır içerisinde olur ve O’na kullukta asla gevşeklik göstermezler. Allah’ın rızasını kazanmak için çok şevkli ve titiz davranırlar. İman etmeyen insanların uğruna hayatlarını adadıkları tüm dünya menfaatlerinden ve değerlerinden, Allah’ın rızasına ve cennetine kavuşmak için vazgeçebilirler. Bundan dolayı da içlerinde hiçbir sıkıntı ve huzursuzluk hissetmezler. Çünkü onlar ayette bildirildiği üzere ‘Allah’ın rızasını arayıp kazanmak amacıyla nefislerini satın alanlar’(Bakara Suresi, 207) ve ‘Şüphesiz benim namazım, ibadetlerim, dirimim ve ölümüm alemlerin Rabbi olan Allah’ındır’ (Enam Suresi, 162) diyerek Allah yolunda ‘dosdoğru’ bir istikamet tutturanlardır. 

Müminler İçin Dünya Hayatının Metaı Allah’ın Rızasını Kazanmak İçin Bir Araçtır

Yüce Allah Kuran’da dünyadaki pek çok nimetin bazı insanlar için tutku haline geldiğini şöyle haber vermektedir:

“Kadınlara, oğullara, kantar kantar yığılmış altın ve gümüşe, salma güzel atlara, hayvanlara ekinlere duyulan tutkulu şehvet insanlara ‘süslü ve çekici’ kılındı. Bunlar, dünya hayatının metaıdır. Asıl varılacak güzel yer Allah Katında olandır.” (Al-i İmran Suresi, 14)

İman etmeyen bir insan için amaç haline gelmiş olan bu nimetler, müminler için sadece Allah’ın rızasını kazanmak için kullanılacak birer araçtır. Bu nedenle müminler bunların hiçbirini tutku haline getirmez ve bunlara hırsla bağlanmazlar. Müminler için malca çoğalıp, zenginleşmek ya da makamca ilerlemek hiçbir zaman için bir amaç değildir. Onlar Allah’ın kendilerine verdiği herşeyin bir nimet olduğunu ve O’na şükretmeleri gerektiğini bilirler. Hiçbir zaman küçük ve geçici dünyevi menfaatler için Allah’ın rızasını gözardı etmezler. İnsan eğer elindeki tüm imkanları ve olanakları Allah’ın rızasını kazanmak için kullanacak olursa, Allah’ın “...Kim salih bir amelde bulunursa, hiç şüphesiz Biz onu güzel bir hayatla yaşatırız ve onların karşılığını, yaptıklarının en güzeliyle muhakkak veririz.” (Nahl Suresi, 97) ayetiyle bildirdiği gibi, dünyada da ahirette de güzel bir karşılık bulacaktır.

Bir insanın en önemli sorumluluğu, kendisini yoktan var eden Rabbimiz’in rızasını kazanmak, Allah’ın sevgisine ve rahmetine layık olmaya çalışmaktır. Allah’ın rızasını kazanmak ahiret hayatını kazanmak için bir vesile olduğu gibi, aynı zamanda insana mutluluk ve huzur verecek yegane yoldur. Allah’ın şanını gerektiği gibi tanıyıp takdir edemeyerek insanların rızasını arayanlar ya da benzeri boş hedeflere kapılanlar, gerçek anlamda hiçbir zaman tatmin bulamaz ve mutlu olamazlar. Oysa Allah’ın rızası, bir insanın kalbinin tatmin bulacağı en büyük sevinç ve mutluluktur.

Kuran ayetlerinde şu şekilde bildirilir:

“(Allah)… Kendisi’ne katıksızca yöneleni dosdoğru yola yöneltip-iletir. Bunlar, iman edenler ve kalpleri Allah’ın zikriyle mutmain olanlardır. Haberiniz olsun; kalpler yalnızca Allah’ın zikriyle mutmain olur.” (Rad Suresi, 27-28)

Müminler Allah Rızasını Kazanmak İçin Özel Yaratılan Zorluk Anlarından Büyük Zevk Alırlar

Müminlerin mutluluğu zorluk ve sıkıntı anlarında göstermiş oldukları Kuran ahlakı ile daha da kalıcı bir hale gelir. Müminler, hep Allah’ın rızasını düşündükleri, akıllarını ve vicdanlarını hep bu yönde kullandıkları için, olumsuz durumlardan asla inkar edenler gibi negatif yönde etkilenmezler. Aksine zorluk ve sıkıntı anlarında gösterecekleri güzel ve teslimiyetli tavırlarla Allah’ın rızasını kazanabileceklerini umdukları için, böyle bir anda bile Allah’ın izniyle mutluluklarından hiçbir şey eksilmez.

Müminler Allah’ın beğenmeyeceği bir tavır göstermektense, Allah’ın rızasına uygun hareket edebilmek için, gerektiğinde bile bile zorluk içerisine girmekten de çekinmezler. Bu üstün ahlakın en güzel örneklerinden birini Hz. Yusuf (a.s.)’ın tavrında görürüz. Kardeşleri Hz. Yusuf (a.s.)’a bir tuzak kurmuş ve onu bir kuyuya bırakmışlardır. Daha sonra burada onu bulan bir yolcu kafilesi onu Mısırlı bir azize satmıştır. Allah, Hz. Yusuf (a.s.)’ı Mısır’da yerleşik kılmış, ona sözlerin yorumundan bir bilgiyi öğretmiş ve ona hüküm ve hikmet vermiştir.

Allah burada Hz. Yusuf (a.s.)’ı önemli bir denemeden geçirmiştir. Hz. Yusuf (a.s.)’ın yanında kaldığı vezirin karısı ondan murat almak istemiş, Hz.Yusuf (a.s.) ise onun bu tavrından Allah’a sığınmıştır. Kadının kendisine kurduğu hileli düzenden kaçınmak ve Allah’ın rızasına uygun bir tavır gösterebilmek için zindan gibi bir yere girmeyi, ayette bildirildiği üzere daha ‘sevimli’ bulmuştur. Yüce Allah, Hz. Yusuf (a.s.)’ın kendisini kurulan bu tuzaktan kurtarması için Allah’a ettiği duayı, Kuran’ın Yusuf Suresi’nde şöyle bildirmektedir:

“(Yusuf) Dedi ki: “Rabbim, zindan, bunların beni kendisine çağırdıkları şeyden bana daha sevimlidir. Kurdukları düzeni benden uzaklaştırmazsan, onlara (korkarım) eğilim gösterir, (böylece) cahillerden olurum.” Böylece Rabbi, duasını kabul etti ve onların hileli düzenlerini kendisinden uzaklaştırdı. Çünkü O, işitendir, bilendir. Sonra onlarda (Yusuf’un iffetine ilişkin) delilleri görmelerinin ardından, mutlaka onu belli bir vakte kadar zindana atmak (görüşü) ağır bastı.” (Yusuf Suresi, 33-35)

Hz. Yusuf (a.s.) üstün bir ahlak örneği göstermiş ve Allah’ın rızasına uygun hareket edebilmek için zindana girmeyi tercih etmiştir. Hz. Yusuf (a.s.)’ın zindan gibi bir yeri ‘sevimli’ bulması, Allah’ın rızasına uygun bir tavır göstermiş olmasının verdiği mutluluğun ve rahatlığın bir ifadesidir. Hz. Yusuf (a.s.)’ın, Allah’ın rızasını kazanmadaki bu kararlılığı ve şevki tüm müminler için önemli bir örnektir. Her samimi mümin, tıpkı Hz. Yusuf (a.s.)’ın yaptığı gibi, eğer Allah’ın rızasını ve sevgisini kazandıracaksa zorluğu ve sıkıntıyı seve seve tercih eder. 

İnsan Allah Rızasını Kazanmak İçin Çaba Harcamaktan Zevk Alacak Bir Fıtratta Yaratılmıştır

Allah’ın rızasına uygun hareket etmek, O’nun sevgisini, dostluğunu ve yakınlığını ummanın verdiği derin heyecan bir insanın alabileceği en büyük zevktir. Bu, bazı insanların hayatları boyunca hiç farkına varamadıkları ve hiç tatmadıkları çok derin bir duygudur. Çünkü bir insanın en yakın dostu, yegane yardımcısı ve destekçisi, asıl sevdiği ve tüm hayatını rızasını kazanmaya adadığı Rabbimiz Allah’tır.

İman eden bir insan, uyandığı andan itibaren tüm vaktini Allah’ın beğeneceği bir ahlak gösterebilmek, O’nun sevgisini kazanabileceği davranışlarda bulunmak için geçirir. Allah’ın hoşnut olacağını umduğu bir tavır gösterebildiği her an, iman eden bir insan için büyük bir heyecan kaynağı ve büyük bir sevinç vesilesi olur. Allah üstün güç sahibidir. O’nun kudreti karşısında her insanın yapması gereken kulluk görevlerini eksiksiz olarak yerine getirmektir. Bu iman sahibi bir insanın ibadetlerine gösterdiği titizlikle kendini belli eder. 

Aynı şekilde Allah’ın rızasına uygun olmayan bir tavırdan, O’na olan sevgisinden dolayı sakınması, O’na olan sadakatinden ve bağlılığından taviz vermemiş olması da yine iman eden bir kimsenin kalbinde derin bir mutluluk hissi oluşmasına neden olur. Salih bir mümin tüm hayatı boyunca, insanlar arasında Allah’ın en sevdiği, en çok hoşnut olduğu, Allah’a en yakın kişi olabilmek için çabalar. Bu çabanın ruha verdiği haz, dünyadaki hiçbir nimetten alınacak zevkle kıyaslanamaz. Tüm bu zevkler müminlerin ahirette de sonsuza dek tadacakları nimetlerdendir. Allah, iman eden kulları için ahirette de “rahmetinin, rızasının ve cennetinin” olduğunu müjdelemektedir:

“De ki: “Size bundan daha hayırlısını bildireyim mi? Korkup sakınanlar için Rablerinin Katında, içinde temelli kalacakları, altından ırmaklar akan cennetler, tertemiz eşler ve Allah’ın rızası vardır. Allah, kulları hakkıyla görendir.”” (Al-i İmran Suresi, 15)